Türkiye-Kafkasya Edebiyat İlişkileri
Türkiye-Kafkasya Edebiyat İlişkileri, (Hulusi Üstün- Yazar; Yusuf Gedikli- Yazar), 29 Mayıs 2010.
Dr. Fahri SOLAK: Bugünkü programımızda, iki kıymetli misafirimizle, Kafkasya’da Edebiyat ve Kültür konusunu ele alacağız. Öncelikle konuklarımızı size tanıtmak istiyorum. Araştırmacı-Yazar Dr. Yusuf Gedikli. Özellikle Azeri Edebiyatı ile ilgili çalışmalarıyla tanıdığımız bir isim. Hoş geldiniz.
Dr. Yusuf GEDİKLİ: Hoş bulduk efendim.
F. S.: Diğer konuğumuz Hulusi Üstün. Avukat dostumuz aynı zamanda şair, yazar. Çerkez Edebiyatı üzerine çalışmalarıyla yakından tanıdığımız bir konuğumuz. Tabi Kafkasya deyince malum bir Kuzey Kafkas halkları var bir de Güney Kafkasya cumhuriyetleri var. İsterseniz buradan başlayalım.
Kafkasya neresidir? Kuzey Kafkasya denilince ne anlarız? Dilleri, halkları… bir panoramasını çizebilir miyiz?
Hulusi ÜSTÜN: Evet. Kafkasya, Asya ile Avrupa’nın arasında, aynı zamanda kuzey ile güneyi ayıran, Kafkas sıradağlarının arasında, Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki bölgede boydan boya, Gürcistan’ın kuzeyinden itibaren uzanan Kafkas sıradağlarının ikiye böldüğü geniş bir coğrafya. Dolayısıyla Hem Asya ile Avrupa arasında bir geçiş bölgesi olması açısından, hem kuzeyle güneyindeki İran ve Sami etkisinde olan coğrafyayı da birbirinden ayıran bir köprü coğrafya. Dolayısıyla tarih boyunca kavimlerin gelip geçtiği, izler bıraktığı, çok zengin kültürlerin bakiyesini muhafaza eden bir coğrafya. Dağların özelliği şu: bölgeyi kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayırıyor ve bu ikiye ayrılmışlık, kültüre, dile, dine, edebiyata, folklora, her şeye yansıyor.
F. S.: Peki Kafkas halkları dediğimizde neler öncelikle aklımıza gelir?
H. Ü.: Kafkas sıradağlarının kuzeyindeki halklar Kuzey Kafkasya halkları, Türkiye’de Çerkezler olarak bilinen halklar. Karadeniz kıyısından itibaren Aphazlar, Adigeler, Karaçay-Balkarlar, Kabardeyler, Asyetinler, Himuşlar, Çeçenler ve Dağıstan halkları. Son derece zengin bir etnolojik çeşitlilik var.
Y. G.: Özür dilerim. Orada bir-iki tane de Türk grubu var. Mesela Karaçay-Balkarlar ve doğuda Kumuklar, bunlar da ana dilleri Türkçe olan Türk gruplarıdır.
H. Ü.: Nogaylar aynı şekilde.
Y. G.: Evet. Dediğiniz gibi Nogaylar da hakeza öyleler.
F. S.: Efendim madem Kafkas sıradağlarıyla Kuzey ve Güney Kafkasya olarak ayırdık, peki Güney Kafkasya dediğimizde ne anlarız? Neresidir? Hangi cumhuriyetler vardır?
Y. G.: Güney Kafkasya, arkadaşımızın da dediği gibi Büyük Kafkas sıra dağlarının ayırdığı yerin güney sınırı İran, batı sınırı ise Türkiye’yle kesilen coğrafyadır.
Şimdi kuzey ile güneyin en büyük farkı şu, hatta iki farkı var: birisi, fiziki, coğrafi fark. Kuzey’de çok yüksek dağlar var hakikaten. 5 bin metreyi aşan birkaç tane dağ var ve çok fazla da halk var. Yani aynı gruptan olsa bile değişik boylar, alt gruplar var. Güney’de bu durum değişiyor. Dağlar çok fazla değil, daha çok ovalık hatta çölümsü yerler de var.
Bir de halklar da azalıyor. Mesela güneye baktığımızda Azerbaycan Türkleri dediğimiz en büyük halk grubu, Ermeniler, Gürcüler, arada yine Tatlar, Talışlar gibi ufak tefek halklar var ama esas önemli bu üç gruptur.
F. S.: Üç bağımsız cumhuriyet aynı zamanda, değil mi? Şimdi tabi Kuzey Kafkasya deyince Türkiye’de Çerkez olarak bilinen topluluk dediniz. Peki, Türkiye’de tabi “Çerkez” tabiri hem edebiyatımızda hem sanatımızda, kültürümüzde, belki siyasetimizde çok yeri olan bir tabir.
Çerkez Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Çerkez motifi üzerine neler söylenebilir?
H. Ü.: Çerkezler Türkiye’ye 1864 göçüyle kitlesel olarak geldiler. 1864’ten sonra farklı periyotlarla, Çerkez gruplar Türkiye’ye geldiler ve Türkiye’de oransal olarak ciddi manada bir etnik grup oluşturdular. Fakat bundan önce de Türk Edebiyatında Çerkez tipi belirleyici bir tip. Divan edebiyatında, seyahatnamelerde, hatta Türk tiyatro geleneğinin kökü olan ortaoyununda, karagözde, meddahta, tuluatta Çerkez tipi bariz olarak var.
F. S.: Derinliği ta o döneme gidiyor yani. Yakın döneme geldiğimizde yansımaları nasıldır?
H. Ü.: Yakın döneme geldiğimiz zaman cumhuriyet öncesi ve cumhuriyet sonrası diye ikiye ayırmak mümkün. Osmanlı döneminde Türk edebiyatında Çerkez tipi var. Daha ziyade Türk edebiyatında kadın tipi olarak işlenir Osmanlı döneminde. Çünkü Çerkezler, özellikle, Osmanlıya, kadın anlayışı olarak çok şey katmıştır. Belki bürokrasinin, Osmanlı aristokrasisinin de kadınlarının ağırlıkla Çerkez olmasından kaynaklanan bir etki olabilir.
F. S.: Niye ağırlıklı olarak Çerkez’dir? “Çerkez güzeli” de ayrıca bir kavramsal şöhrete sahip, değil mi?
H. Ü.: Evet doğuda ve batıda bir Çerkez güzeli kavramı var. Bunu bir oryantalistlerin değerlendirdiği manada Çerkez güzeli var bir de şarkta kadim bir anlayış olarak Çerkez güzeli var. Yani şark bunu çok evvelce dillendirmeye başlamıştır.
Kafkasya, tarih boyunca, savaşlar münasebetiyle dışarıya çok fazla göç veren bir bölge olduğu için, güneyde insan potansiyeliyle dikkat çekmiştir. Bunu Abbasilere, Emevilere, hatta hatta Memlüklere kadar götürme imkânı var.
Fakat Osmanlı’da da, İran sarayında da, Mısır sarayında da hatta İspanya sarayında bile, Endülüs döneminde, Çerkez kadınlarından ve Çerkez paralı askerlerinden bahseden metinler var. Bu tabii ki edebiyata da yansımış. Kafkasya’ya giden seyyahların anlattıkları şeyler var ve halk edebiyatına, sözlü edebiyatına yansımış şeyler var. Şu anda aklıma gelen bir dörtlüğü okumak istiyorum. “Çerkezin güzeli gayet yamandır / Boy uzun bel ince kaşlar kemandır
Sanırsın gökte parlayan aydır / Meleklerin cümlesi senakâr olur” diye bir sözlü edebiyatımızda, zennamelerde, geçen bir ibaredir bu. Mesela Urfalı Nabi’nin Hayriye’sinde Çerkezlerden bahsedilir. Çerkezlerin özgürlük anlayışından, Çerkez kadınlarının sadakat anlayışından bahsedilir.
Cumhuriyet döneminde de Çerkez tipi edebiyatımızda yer etmiş olmakla birlikte tabi Çerkez kültürünün aşınması, erozyon neticesinde Çerkez kimliği de cumhuriyet dönemi edebiyatında diğer kimliklerden çok da farklı bir görünüm arz etmiyor esasen. Gitgide bu biraz daha hafifleyen ölçüde devam ediyor. Son dönem romanlarda Çerkez tipleri daha silik, daha belirsiz tipler olarak karşımıza çıkıyor. Bu da tabii ki kültürün aşınması, doğal bir şekilde Çerkezlerin asimile olmasıyla orantılı bir bütünleşme oluyor.
F. S.: Peki hocam bu Azerbaycan Edebiyatı’na baktığımızda, Azerbaycan Edebiyatı’nın gelişimi, gelişim dönemleriyle ilgili neler söylenebilir?
Sözlü edebiyat, yazılı edebiyat bağlamında olabilir, Sovyet öncesi ve sonrası nasıl bir süreçten geçmiştir?
Y. G.: Bu deminki Çerkez kadın tipiyle ilgili bir-iki söz edeyim daha sonra geçelim isterseniz oraya.
Şimdi eskiden Kafkas kadınları doğu saraylarında makbul sayılırdı mesela Osmanlı padişahlarından çoğunun hanımları Kafkas kökenlidir yani Gürcü olabilir, Çerkez olabilir veya diğer gruplardan olabilir. Divan edebiyatına da girmesinin sebebi bundan dolayıdır aslında. Şimdi bu konuya fazla girmenin gereği yok ama bu böyle yani. Güzel vasıflandırılıyordu, sadakatli oluyordu ve bu bakımdan tercih ediliyordu. Bunlar tabi edebiyatımıza da aksetmiştir. Ben geçenlerde Ahmet Mithat Efendi’nin “Hasan Fellahı’nı” okuyordum, tekrar okuyorum yani, yarısına kadar geldim yine orada bu konulardan bahsediliyor.
Şimdi geçelim öbür sorunuza. Azerbaycan edebiyatı yurt dışı “Türk edebiyatları” içinde en gelişmiş edebiyattır. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum.
F. S.: Türk edebiyatları derken Türkistan’daki…
Y. G.: Hayır. Yani Türkiye dışı edebiyatları kastediyorum.
F. S.: Orta Asya, Balkanlar, Kafkaslar gibi bir şeyi mi kastediyorsunuz?
Y. G.: Şimdi Orta Asya’da Özbekleri belki bunlardan ayrı tutabiliriz ama dediğim hüküm kesin geçerlidir. Sadece Özbekler için bir istisna düşünebiliriz. Diğerleri için geçerlidir.
Modern Azerbaycan Edebiyatı’nı 1850’lerden başlatıyorlar. Yani araştırıcılar böyle söylüyor. Mirza Fethali Ahunzade ile başlatıyorlar. Ve bunun yazdığı hikayeler, tiyatrolar ilk örnekler olarak kabul ediliyor. Ahunzade’nin ya da Rusça söyleyişiyle Ahundof’un, en önemli işlerinden biri de alfabe değiştirme meselesiydi. Yani Arap alfabesinden Latin alfabesine geçme. Gerçekten de Türk âleminde ilk teklifi getiren odur.
Sonra bunlar genellikle maarif diyebildiğimiz aydınlatıcı şekilde eserler yazıyorlardı. Sonra 1905 yılına kadar bu aydınlatıcı, maarifçi Azerbaycan edebiyatı sürüyor, özellikle tiyatro eserleriyle sürüyor. Mesela Abdürahim Hakverdiyev, Necef Nezirli gibi isimleri söylemek mümkün. Bir de meşhur Sabir’i de bu arada söylememiz gerekir. Mirza Elekber Sabir. Bunu bilmeyen yoktur. Bu bir nevi klasiktir. Bu arada bir şey söyleyeyim Mirza Elekber Sabir’den, şöyle bir şey var. İslam âleminden geri kalmışlığını göstermek için bir mısrası var. Belki tam olarak değil ama mealen şöyle: “Arslan görirem gorkmıram / Kaplan görirem gorkmıram / Harda bir müselman görirem gorkıram”.
F. S.: Hiciv…
Y. G.: Evet hiciv üstadı, yergi üstadı. Yani demek istediği şu; “kaplandan korkmuyorum, aslandan korkmuyorum ama Müslüman’dan korkuyorum.” Niye? Çünkü çok geri kalmış, yani korkulacak derecede geri kalmış.
F. S.: O günkü sosyal durumda…
Y. G.: Evet, o günkü sosyal durumda cahillik var, geri kalmışlık var, her şey var yani. O meşhur bir meseldir bu.
Sonra ‘1905 devrimi’ geliyor. Rusya Japonya’ya yenilince ki Rusya da o zamana kadar hemen hemen hiç yenilmemiş bir ülke. Ama 1905’te Japonya gibi bir Asya gücüne yenilince Rusya’da bir ihtilal oluyor, meşrutiyet ilan ediliyor, meclis açılıyor. Bu arada bir serbestlik oluyor. Bu serbestlikte ikinci devir Azerbaycan Edebiyatı’nı görüyoruz. Yani komünist devrimden önceki Azerbaycan Edebiyatı’nı. Bu da daha ziyade milli romantizmle ortaya çıkıyor. Yani başka bir deyişle milliyetçilikle ortaya çıkıyor. İşte Türkiye’ye de sonradan gelen Ağaoğlu Ahmet, yine Türkiye’ye gelip buradaki milliyetçilik hareketlerinde de öne çıkan Hüseyinzade Ali Turanlı, efendim, Hüseyin Cavit, Cafer Cabbarlı.
F. S.: Ahmet Caferoğlu daha sonraki dönemde mi ortaya çıkıyor?
Y. G.: Caferoğlu biraz daha sonradır. O arada başka isimlerde var tabii birden hatırlamak mümkün olamayabiliyor. Ama bu, dediğimiz gibi, milliyetçilikle karakterizedir.
1920’ye gelince, biliyorsunuz, 1918’de Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti kuruluyor. 1920’nin 28 Nisan’ında bu cumhuriyet ortadan kaldırılıyor Sovyetler tarafından. Ondan sonra tabi yeni bir dönem başlıyor. Önce bir geçiş dönemi, geçiş döneminde de ilk yapılan şu oluyor; Azerbaycan’da Türkiye Türkçesi unsurlarını temizlemek. Onlara “Türkizm” diyorlar bu Sosyalist edebiyatta. Şimdi mesela gazete Azerbaycan’da “gazet” diye söyleniyor, “gazete” Türkiye Türkçesi telaffuzu. Yazı dilinde tabi “gazete” diye geçiyor ama sosyalist rejim gelince hemen “gazete” kelimesini atın diyor. Efendim, “tren” kelimesini atın diyor; yerine “gazet” getirin “katarı” getirin veya “poest” getirin deniyor. Böylece bu da 1939’a kadar devam ediyor. Yani bu geçiş dönemi, yumuşak dönem bir anlamda. O zamanda o baskı dönemi başlıyor.
F. S.: 1939’a gelmeden bu 1905 yılındaki gelişmeler, Türkiye ile eş zamanlı gelişmeler değil mi?
Y. G.: Hemen hemen. Çünkü 1908’de Türkiye’de de benzer bir olay oluyor. Aslında bu şark ülkelerinin pek çoğunda, mesela aynı dönemde 1908’de, 1910’larda, İran’da yeni bir meşrutiyet çıkıyor.
F. S.: İkinci Meşrutiyet sonrası Türkiye’de bir basın canlanması oluyor değil mi?
Y. G.: Evet. Önemli bir canlanma oluyor. İşte, Ağaoğlu Ahmet, Hüseyinzade Ali esas rollerini orada oynuyorlar zaten.
F. S.: Dolayısıyla o dönemde çok etkin bir alışveriş, etkileşim var gibi anlaşılan.
Y. G.: Tabi ki. Şimdi Zeynelabidin Tagiyev’i, herkes bilir, şu anda bizi dinleyen, özellikle Azerbaycanlı arkadaşlarımız, izleyicilerimiz de bilir; büyük bir zengindir, petrol zengini. Orada basını canlandıran bir isim. Birçok gazete, dergi kuruyor; yayınevlerine yardım ediyor, okullar açıyor. Bu arada Füuzat diye bir mecmua, dergi kuruyor ve başına, o zaman İstanbul’da olan, Hüseyinzade Ali’yi getiriyor. Ve Türkiye Türkçesi Azerbaycan’da epey bir yol kat ediyor.
F. S.: Bir şey ilave edecektiniz hocam, buyurun.
H. Ü.: Azerbaycan, Türk aydınların önemli bir çalışma alanı olarak karşımıza çıkıyor esasen, İkinci Meşrutiyetten itibaren. Yani İstanbul’da yetişmiş birçok aydın kişi Azerbaycan’da edebiyat çalışmaları, eğitim çalışmaları yapıyorlar. Bunların arasında gerçekten bizim siyasi hayatımızda da çok önemli yer işgal etmiş insanlar var. Yani Türkiye Türkçesinin etkisinden Azerbaycan’ı beri kılmak, arındırmak, bunlar çok sancılı eylemler olarak Azerbaycan’a yansıyor. Fakat 1921’den sonraki dönem, Sosyalist rejimi bütün kurumlarıyla birlikte Azerbaycan’a yerleşmesiyle tabii ki bu bir inkıtaa uğruyor ama Azerbaycan Edebiyatı, İstanbul’la çok ciddi irtibat halinde olan, münevverlerinin birbirlerinin yazıp çizdiklerini çevirdikleri, idealist öğretmenlerin Küba’ya, Bakü’ye, Hocalı’ya, Ağdam’a gidip eğitim verdikleri çok önemli bir dönem olarak karşımıza çıkıyor.
F. S.: 1930’lara gelmiştik; Sovyet dönemi, Stalin dönemi.
Y. G.: Stalin dönemi biliyorsunuz, 1937-1939 yılları arasında başlattığı meşhur baskı politikası, bütün o çarlık döneminde yetişen aydınlar, her toplumdan ama, sadece Azerbaycan, Dağıstan veya Kafkasya’nın değil, bu Gürcistan’ın da öyle, Kazakistan’ın da öyle, bizzat Rusya’nın kendisinin de, bütün bu aydınlarını ya öldürerek, kurşuna dizerek veya çalışma kamplarına göndererek tamamıyla saf dışı ediyorlar ve tam rejimi o zaman yerleştirip alfabeleri de o zaman değiştiriyorlar. 1937-39-40’larda. En son Tatar alfabesi 1940’ta değişiyor. Bu da 1953’e kadar sürüyor.
1953’te Huruşof geliyor ve nispeten bir serbestlik oluyor. Yirminci parti kongresinde Stalin’i yerden yere vuruyor ve şahsiyeteperest yani şahsiyete tapınma dönemi olarak adlandırıyor Stalin dönemini.
F. S.: Bir kritik ediyor yani. Stalin dönemi kişiyi ‘putlaştırıyor’ diyor yani.
Y. G.: Evet. Aynen öyle yani şahsı, kişiyi putlaştırma dönemi olarak vasıflandırıyor. Bu da 1964’e kadar geliyor nispeten. 1964’te Brejnev, biliyorsunuz, kansız bir darbeyle Huruşof’u devirip Moğolistan’a elçi olarak gönderiyor. Bu sefer daha da serbest bir ortam geliyor. Gittikçe serbestliyordu Gorbaçov’a gelinceye kadar da Gorbaçov gelince tamamen bu işi neticeye erdirdi. Tabi bunların edebiyatta akisleri oluyor.
F. S.: Şimdi onu soracaktım. Bu dönemselleştirmeden yola çıkarsak, Stalin dönemi, sonra nispi özgürleşme dönemlerinin edebiyata yansımaları, gerek tematik olarak, gerek ürün verme ve ele alınan konular açısından…
Y. G.: Kısaca şöyle söyleyebiliriz. Bu tabi bütün Sovyet edebiyatı için geçerlidir. Maksim Gorki’nin bir teorisi var: Sosyal gerçekçilik veya sosyal realizm, sosyalist realizm. Bu şudur yani; olduğu gibi anlatacaksın. Bunun teknik olarak roman tekniği, hikâye tekniği, şiir tekniği olması çok önemli değil. Burada önemli olan sonuç. Hani, “sanat sanat içindir”, “sanat toplum içindir” çok tartışılan bir konu bütün dünyada. Yani burada Gorki’nin dediği “sanat toplum içindir.” Ve sosyalist rejim şunu da çok iyi anlamış, edebiyatı ve diğer sanat dalları; edebiyat, resim, müzik işte ne bileyim, sinema, özellikle sinema. Hatta Lenin’in de sözleri var bu konuda. Bunları halkı komünizme ısındırmak benimsetmek için ustaca kullanıyor ve kullandırıyor. Yani buna imkân da veriyor.
Ve Sovyetlerde üç grup çok önemli üst noktadaydı. Birincisi, partokrat denilen parti idarecileri. Örneğin Komünist Partisi bürokratları.
İkincisi, sanatçılar, yani buna sanatçı derken sinema sanatçısından edebiyatçıya, efendim müzisyeninden ressamına kadar hepsini kastediyoruz.
Üçüncü grup ise sporcular. Bu üç grup, sosyalist rejimin seçkinlerini oluşturuyordu. Bunları en iyi şekilde yaşatınca bunlar da zaten rejimin istediğini söylemek zorunda. Söylemeseniz de yapacak pek fazla bir şey yok. Ya kelleniz gidecek ya sürgüne gideceksiniz ya hapse gireceksiniz ya akıl hastası damgasını yiyeceksiniz. Çünkü Sovyetler şöyle düşünüyor: sen benim dediğime karşı geliyorsan bu normal bir davranış değil.
F. S.: Akıl sağlığında sorun olmalı.
Y. G.: Saharov ve başkalarının akıl hastanelerine kapatılmaları bu yüzdendi. Bir nevi bunlar anormal adamlardı yani.
F. S.: Tabi Sovyet dönemi dediğimizde Kuzey Kafkasya’da da katı bir şekilde uygulanıyor. Hatta Güney Kafkasya’da yine zahiren de olsa bir cumhuriyet statüsü var, öbürü Rusya Federasyonu içerisinde yer alan halklar.
Sovyet döneminde Kuzey Kafkas Edebiyatına yansımaları ya da etkileri ne yönde olmuştur?
H. Ü.: Şimdi Kuzey Kafkasya, Sovyetler Birliği zamanında da ‘halklar cumhuriyeti’ yıkıldıktan ve artık Sovyet idaresine geçtikten sonra Kuzey Kafkasya’da da otonom cumhuriyetler oluşturdular, Rusya’ya bağlı.
Birinci dereceden cumhuriyet, ikinci dereceden cumhuriyet ayrımı vardır. Yani Azerbaycan, Gürcistan birinci dereceden cumhuriyetlerken Sovyetler Birliği zamanında ama Adige vardı. Apgaze, Çeçenya, Dağıstan, Kabardey, Balkar vardı. Bunlar da cumhuriyet statüsündeydi zaten. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bu cumhuriyetler birinci dereceye terfi ettiler.
F. S.: Yani bağımsız ya da birliği oluşturan on beş cumhuriyetten biri değil ama kendi içerisinde otonom, özerk cumhuriyetler.
H. Ü.: Evet. Bir sürü otonom cumhuriyet vardı. Azerbaycan, Gürcistan içerisinde vardı.
Y. G.: Macaristan mesela öyleydi. Karabağ, Nahçıvan hakeza.
H. Ü.: Karabağ öyleydi fakat şu var; Kafkas halklarının tarihinde çok önemli bir kırılma noktası1864 sonrası sürgünüdür. Yani Sovyet idaresinden evvel çarlık döneminde Kuzey Kafkas halklarının çarlığa karşı verdikleri savaşı kaybetmeleri neticesi olan 1864 sürgünü vardır. Bu sürgünde Kuzey Kafkas halklarının bazıları bire kadar yok edilmiştir, Karadeniz kıyısındaki halklar. Dolayısıyla mensubu kalmamıştır. Diğer halklarda önemli ölçüde güç olmaktan çıkartılmışlardır.
1864 sürgününde elitini, nüfusunun büyük kısmını sürgüne göndermiş olan Kuzey Kafkas halkları sosyalist döneme son derece hazırlıksız, son derece güçsüz kuvvetsiz bir şekilde yakalanmışlardır. Hem demografik manada hem kültürel manada hem edebiyat manasında son derece zayıf bir şekilde yakalanmışlardır.
F. S.: Tabi bir tür varoluş mücadelesi sürdürülüyor. Bu varoluş mücadelesinin edebiyattaki akisleri şüphesiz var, değil mi?
H. Ü.: İki türlü akis olduğu esasen Kuzey Kafkasya’da Sovyet idaresinden önce büyük ölçüde kültürel birlik sağlanmış, ortak bir iletişim dili de geliştirilmiş. Birbirini anlamayan Aphaz’la Dağıstanlı arasında; Çeçen ve Kabardey arasında müşterek bir ticaret dili, bir iletişim dili olduğunu da biliyoruz.
Y. G.: Yanılmıyorsan Kumuk Türkçesi veya Azerbaycan Türkçesi, her ikisi de kullanılıyordu.
H. Ü.: Evet. Gazeteler çıkıyordu; kitaplar çıkıyordu. Sovyet dönemi bu birlikteliği parçalamakla birlikte Kafkas halklarını gerçekten son derece basit sebeplerle birbirinden ayırmışlardır. Aynı dili konuşan Adige’yi Çerkez’den, Çerkez’i Kabardey’den, İnguş’u Çeçen’den ayırmışlardır. Bunlar aynı halklardır sadece aksan farkı var.
F. S.: Siyasi gerekçelerle, değil mi? Böl-parçala-yönet.
H. Ü.: Hatta hatta halkları, yaşadıkları bölgelerden çıkartıp, araya anlaşamayacakları bir başka halkı sokarak, bu konuda da Türki halklar olan Karaçaylar, Balkarlar, Nogayları kullanmışlardır.
F. S.: Yani Kafkasların kadim halklarıyla, yerli halklarıyla aralarına…
H. Ü.: Aralarına sokmuşlardır, onları tarihi topraklarından çıkartıp, diğer halklarla da aynı şekilde; mesela, Asyetin’lerle Çeçenlerin arasına kıyamete kadar hallolmayacak bir toprak davası sokmuşlardır.
Y. G.: Güney Osetya-Kuzey Osetya hikâyesi oradan gelmektedir.
F. S.: Yani ihtilaflara neden olmuşlar.
H. Ü.: Son derece… Evet, yani bu ihtilaflar, çözülme ihtimalleri muhayyel olan ihtilaflardı. Abhazya’nın Gürcistan idaresine verilmesi, Osetya’nın ikiye ayrılması, Çerkezlerin üç ayrı cumhuriyete dağılmaları gibi çeşitli siyasi oyunlar ve her cumhuriyete bir edebiyat dili geliştirmelerini söylediler. Daha doğrusu geliştirildi.
Y. G.: Yani ister istemez, mecburen, zorla yaptırdılar bunu.
H. Ü.: Adige’ye’de edebiyat dili olarak Çenguyi lehçesini kullandırttılar, aynı dille anlaşan Kabardey’e de Baksan diyalektiği ile edebiyat oluşturdular. Dolayısıyla mikron ize olmakla birlikte, Sovyet dönemine Kafkas halkları çok şey de borçlu. Bunu da dürüst bir şekilde söylemek lazım. Çünkü nüfusunu büyük ölçüde kaybetmiş, çok ciddi zarara uğramış çarlık döneminde.
Kafkas halkları, Türkçe’de, kabilesel manada diyeceğim, çok doğru olmamakla birlikte, mikronize manada kültürlerini işlemek, edebiyat oluşturmak, dillerinin kaydını tutmak imkânına sahip oldular. Sovyetler Birliği döneminde ve şu anda elimizdeki mevcut edebiyat derlemelerini, destan tekstlerini, dilin tamamen kaybolmamış olmasını, Çerkez dillerinin hâlâ iletişim dili olarak orada kullanılabiliyor olmasını, televizyonun, gazetenin olmasını ve bu dönemde yapılan bu çalışmalara esasen borçluyuz gibi de geliyor bana.
F. S.: Pekiyi şöyle bir değerlendirmeye de katılır mısınız? Dil politikalarıyla yeni uluslar inşa etmek adına yapılan çalışmalar sonuçta böyle bir birikime neden oldular.
H. Ü.: Bu öyle bir şeydir ki güneyde de aynıyla uygulanmıştır. Yani Nahçıvanla Azerbaycan’ı birbirinden ayıran şeyin ne olduğunu, bunca dönem o bölgeye ilişkin okuma yapan birisi olarak, ben anlayamıyorum. Yani bölgeleri birbirinden ayırmak için mezhep esasını bile kullanmışlardır. Oysa sosyalist toplumda bunların öneminin olmaması lazım…
Güney Osetya ile Kuzey Osetya’nın ayrılması, İnguşlarla Çeçenlerin ayrılması, öbür taraftan Dağıstan’ın bir türlü ayrılmaması. Orta Asya halklarına da baktığımız zaman Türkmenlerle Özbeklerin arasına toprak ihtilafları Ahıskalıların o bölgeye tuz gibi serpilmiş olmaları, bunlar çok çirkin siyasi manevralar. Bunların neticelerini, bunların doğurduğu zararları biz hala telafi edemiyoruz; o bölgedeki halklar telafi edemiyorlar. Düşünebiliyor musunuz, büyük bir kitle, bir Ahıskalı Türk kitle, Orta Asya’da evsiz, barksız bir şekilde hala yaşıyorlar? Hala itibarları iade edilmemiş bir durumda.
F. S.: Azerileri düşünürlerin, yazarların Türkiye’deki fikir hareketlerine katkılarını, etkilerini demin işaret ettiniz. Peki Azerbaycan Edebiyatı’na Türkiye’nin etkileri ile ilgili neler söylenebilir?
Y. G.: Çok aslında. Bu da tabi dediğiniz gibi mürit olmuş bir durum. Türkiye’nin üç durumda etkisi oluyor. Osmanlı öncesi etkisi var. Bu bilhassa Namık Kemal’den kaynaklanıyor. Namık Kemal’in o hürriyetçi, bir anlamda devrimci tabi, vatan-millet gibi mefhumları ilk defa Osmanlı Türkiye’sinde kullanması ve o mert, sert hitap tarzı Azerbaycan’da akis buluyor. Sadece de orada değil Tataristan’da, Kırım’da da buluyor. Bu üçü daha ileri, entelektüel bakımdan, diğer Türk toplumlarına göre. Mesela Özbekistan ve diğer Orta Asya daha yeni yeşeriyor. Birincisi bu Namık Kemal’le gelen dalga diyelim.
İkincisi; Osmanlı’nın son dönemlerinde gelen Tevfik Fikret dalgası… Fikret’in çok önemli etkisi oluyor Azerbaycan’da ve diğer Türk ülkelerinde. Dili biraz ağır, bu bakımdan biraz eleştiriliyor Azerbaycan’da. Hatta Arap sözleri çok olduğu için Arap şairi de diyorlar ama fikir olarak yani devrimci yenilikçi fikirler olarak çok etkili oluyor.
Ondan sonra cumhuriyet edebiyatında Faruk Nafiz’in, Necip Fazıl’ın etkileri oluyor. İlk dönem tabi geçiş döneminde, daha Stalin’in henüz çekici indirmediği dönemde. Ve ondan sonra Nazım Hikmet devralıyor bu etkiyi. Ondan sonra 1928 yılında Nazım Hikmet’in ilk kitabı Azerbaycan’da neşredilmiştir, şiir kitaplarından biri. Azerbaycan’da çok etkili oluyor ama sadece orada değil; diğer bütün Türk ülkelerinde de; Türkistan’da, Tataristan’da, Kırım’da, bütün o Kazak, Kırgız bölgelerinde de öyle. Ama bunun sebebi de şu, oranın Türkleri, aydınları biraz da Türkiye’ye olan sevgisi, hasreti Nazım’la gidermiş oluyorlar yani.
F. S.: Şimdi tabi işaret ettiğiniz noktadan hareketle bir şey sormak istiyorum. Türkiye-Azerbaycan etkileşimi karşılıklı olarak ele aldık.
Peki, Azerbaycan ile diğer Türk cumhuriyetleri; gerek Orta Asya’daki bağımsız Türk cumhuriyetleri gerekse Rusya’nın içerisindeki muhtar cumhuriyetler arasındaki edebiyat etkileşimi, karşılıklı alışveriş söz konusu mu?
Y. G.: Oluyor tabi ki. Mesela Hüseyin Cahit’in tiyatro eserleri Türkmenistan’da da oynanıyor. Hüseyin Cahit de Nahçıvan doğumludur, 1882. 1941’de Sibirya’da çalışma kampında ölmüştür. Türkiye Türkçesiyle yazmıştır. Onun da ayrıca vasfı bu; tamamıyla eserlerini Türkiye Türkçesiyle yazmıştır. Ama onu öyle güzel telif etmiş ki Azerbaycanlı bir Türk de anlıyor, Türkmenistanlı bir Türk de anlıyor, Türkiyeli bir Türk de anlıyor. Hatta araştırmacılar şöyle diyor, aynı bu söylediğimi, bu öyle bir dildi ki Türkiyeliler Azerbaycanlılar, Türkmenistanlılar da anlıyor. Yani böyle bir şey.
Ayrıca Azerbaycan daha gelişmiş olduğu için Tataristan’da Azerbaycan Edebiyatı’nın tiyatroları, az önce dediğimiz gibi, mesela Necepbey Vezirli’nin, başkalarının tiyatroları neşredilmiştir. Namık Kemal’in eserleri de neşredilmiştir. Yani onlar da kendi içlerinde etkileşiyorlar.
F. S.: Dolayısıyla çok geniş bir kültür havzasında karşılıklı olarak birbirlerinden etkileniyorlar.
Y. G.: Yani ister istemez herkes birbiriyle etkilenir. Bu çok değil az da olsa etkilenirsiniz muhakkak.
F. S.: Evet. Peki şimdi Kafkasya deyince Kafkas bölgesi, Kafkas edebiyatı, coğrafyası özgün bir mit alanı, değil mi efendim? Tabi bu mit, mitoloji zenginliği Kafkas Edebiyatına da yansıyor şüphesiz. Bunun etkilerini, Kafkas destanlarını, mit, mitolojiye dönük kavramların nasıl kullanıldığı konusunu biraz ele alabilir miyiz?
H. Ü.: Kafkasya, kadim tarihten beri bir mitoloji alanı. Mitolojinin neşet ettiği alan olarak düşünüyoruz. Masallardaki Kafdağı teması, periler padişahı teması, Zümrüdü Anka kuşu, altın post gibi birçok mitolojik motifin kaynağı, mekânı, yurdu Kafkasya’dır. Bunun sebebi nedir? Bunun sebebi, herhalde öncelikli sebebi, bölgenin bir köprü coğrafya olması; bu bölgenin geçiş alanı olması; kuzeyden güneye, doğudan batıya, batıdan doğuya ve bu yönlerin aksine göçlerin bu coğrafyadan olması sebebiyle, Kafkasya, o tarih boyunca o dağların arkasındaki coğrafya, bilinmezlikleriyle bir muamma teşkil etmiş insanoğlunun zihnini meşgul etmiş. Dolayısıyla Gılgamış Destanı’nda, kutsal metinlerde hatta hatta, kutsal metinlerde örneğin, acaba Zülkarneyn ördüğü duvar Kuzey Kafkasya’daki Daryel Geçidi midir? diyen müfessirler var. Zülkarneyn’in ördürdüğü dağ, erittiği demir Kafkasya’yı kapatmıştır. Kafkasya’nın ötesinden bahsediyor diyen müfessirler var.
F. S.: Tefsirlere girince dolayısıyla Arap kültürüne de bir şekilde etki etmiş oluyor muhakkak, değil mi, dini metinlerle birlikte?
H. Ü.: “Cebelil Elsan” diyor Araplar; “Diller Dağı” diyorlar. Ve Araplar İslamiyet artık imparatorluk haline geldikten sonra Emevi, Abbasi döneminde bölgeye elçiler göndermişler o bölgede yaşayan insanların hem fiziki özellikleri hem kültürleri Arapların çok dikkatini, ilgisini çekmiş. Ve İran mitolojisinde de aynı şekilde, Kûhî Kaf dünyayı sabitleyen bir çivi olmak üzere çakıldı deniyor.
Ama bunun ötesinde Kafkasya’da özgün bir mitoloji konusu olan mert destanları var. Mert destanları yakın zamana kadar Hint-Avrupai dil konuşan ulusların, halklarının kalıntılarının Kafkasya’da oluşturduğu -mitoloji olarak bakılıyordu ama mesele bu değil, çok daha köklü- Kuzey Kafkasya halklarının temelini, orijinini temsil eden; aslında Abaza’yla Çeçen’in, Avar’ın, Kabardey’in ortak atası olan Mert halkının mitolojik yaşantısını anlatan çok renkli son derece canlı bir mitoloji.
F. S.: Hocam İran adı geçti. İster istemez coğrafyanın bir parçası ve biliyoruz ki İran içerisinde on milyonlara varan sayıda Azerbaycan Türk’ü yaşıyor.
Dolayısıyla bunun edebiyattaki yansımasının olmaması düşünülemez. İran Azerbaycan’ı ya da Azerbaycanlıların tabiriyle Güney Azerbaycan’ın edebiyattaki akislerini kısaca, vaktimizin el verdiği kadar anlatabilir misiniz?
Y. G.: Tabi. Zaten çok anlatsak bitmez. Şimdi dediğimiz gibi Azerbaycan güçlü bir edebiyata sahip; İran da tabi çok güçlü bir edebiyata sahip.
F. S.: Fars geleneği değil mi?
Y. G.: Evet. Fars Edebiyatı’nın da gücünü gerçekten söylemek lazım. Kültür bakımından da hatta siyasi bakımdan da Azerbaycan, her iki taraftan da İran’ın çekim alanında oluyor. Tabi güçlü bir edebiyat var ama ben size son asırdaki bir iki isimden bahsedeyim.
F. S.: Şöyle yapalım. Bir örnek de böylece dinleyicilerimizle paylaşarak kapatmış olalım. Bir küçük şiir olabilir.
Y.G.: Küçük şiir olamaz da bir şiirden birkaç parça olabilir.
F. S.: Evet, öyle, o anlamda söyledim.
Y. G.: Şimdi, 20. yüzyıl Azerbaycan Edebiyatının güneydeki, İran’daki Azerbaycan Edebiyatının en önemli siması Şehriyar dediğimiz, Mehmet Hüseyin Şehriyar, Farsça da yazmış, esas Farsça yazdığı şiirleriyle meşhur olmuştur. 1950 senelerinde, -tam kesin tarihi belli değil, İran’da böyle henüz batılı anlamda bir tam edebiyat araştırması oluşmuş değil- bir şey oluyor, sürekli Tahran’da yaşıyor, Tebriz doğumlu ama Tahran’da yaşıyor. 1925’lerde Tahran’a gidiyor, 25-30 sene gelmiyor.
F. S.: Evet, şimdi ondan küçük bir parça dinlemek istiyoruz.
Y. G.: Bu arada hasta oluyor, annesi geliyor. Bakayım oğlum ne yapıyor, hiç gelmedi filan gidiyor. Adam unutmuş ana dilini, köydeki söylemi, deyimleri, şunları, bunları. Annesi tabi konuşunca birden hatırlıyor; büyük bir hasretle “Heyder Baba’ya Selam” diye uzun bir manzume yazıyor. Ben birkaç beşlik okuyacağım, üç-dört tane, belki o kadar da değil. Şöyle; bu Heyder Baba, köyünde bir dağ. Ona duyduğu hasreti, bütün köydeki çocukluğu, bu çocukluk bir anlamda vatan sayılabilir. İnsanın vatanı bir anlamda hatıradır.
Heyder Baba ildırımlar şahanda
Seller sular şakkıldayub ahanda
Kızlar ona sef bağlayup bahanda
Selam olsun şöfketüze elüze
Menim de bir adım gelsin dilüze
Heyder Baba kehliklerin uçanda
Köl dibinden davşan kalkıp kaçanda
Bahçaların çiçeklenüp açanda
Bizden de bir mümkün olsa yad ele
Açılmayan ürekleri şad ede
Bayram yeli çardahları yıhanda
Novruz gülü kar çiçeği çıhanda
Al bulutlar köyün ehlerin sıhanda
Bizden de bir yad eleyen sağ olsun
Dertlerimiz koy dikkelsün dağ olsun
F. S.: Çok teşekkür ediyorum. Kapatacağız programı. Süremizi de çok aştık ama kısa bir Kuzey Kafkasya’dan da böyle bir örnekle kapatalım mı?
H. Ü.: Azerbaycan’ı konuştuk. Ben Azerbaycan’dan kapatalım diyorum, güzel bir şiirle. “Men ki doymamışam heç rısınlan / mene zulmeyledi yaman ayrılık / ne olardı bir gün durup uykudan / göreydim de olup yalan ayrılık.”