Hazar’ın Statüsü Sorunu ve Hazar Zirveleri
Hazar’ın Statüsü Sorunu ve Hazar Zirveleri, (Hasan Selim Özertem – USAK Araştırma Merkezi), 11 Aralık 2010.
Dr. Fahri SOLAK: Son dönemlerin önemli gündem maddelerinden biri olan Hazar havzasını gerek enerji kaynakları gerek statü sorunu konusunu en son yapılan Hazar Zirvesi etrafında ele alacağız. Konuyla ilgili değerli bir uzman konuğumuz var: Hasan Selim Özertem. Hasan Bey Uluslar arası Stratejik Araştırmalar kurumu ya da kısa adıyla USAK’ın Avrasya Uzmanı. Ve Avrasya enerji kaynaklarıyla ilgili çalışmaları ile bildiğimiz bir uzman arkadaşımız.
18 Kasım zirvesine geleceğiz ama isterseniz güncel gelişmelere geçmeden önce bu Hazar havzası, Hazar bölgesi, stratejik açıdan niye önemlidir? Gerek küresel güçler, gerek bölgesel güçler açısından ne tür özellikleri ile öne çıkmaktadır?
Hasan Selim ÖZERTEM: Evet, Hazar Havzası her zaman için dünya devletlerinin gözünün olduğu bir yer haline gelmiştir. Bu özellikle 19.yy’dan itibaren ‘büyük oyun’ diye tabir ettiğimiz, Türkistan’da büyük güçler, o dönemin Rusya ve İngiltere arasında gözünü diktiği bir bölgeydi. Bunun temel noktalarından bir tanesi de şuydu tabii, o dönemde:
Hazar Havzası özellikle Doğu Türkistan dediğimiz coğrafyanın batısında yer alan ve önemli bir geçiş noktası olması dolayısıyla Hindistan ve Rusya arasında kalan bir bölgeyi temsil ediyordu. O dönemi hatırlayacak olursak, İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan, kaynaklarının önemli olduğu bir bölgede olan Hindistan için Rusya ile arasında olan bir bölgeydi. Tabii ondan önceki dönemlerde de özellikle ipek yolunun önemli bir geçiş noktası olmuş, ve Türklerin Kavimler Göçü ile Avrupa’ya geldiği coğrafya olarak bu bölgeyi tanımlarsak; kuzeyinden ve güneyinden -Hazar’ın- geçerek, İran üzerinden Anadolu’ya gelenler veya kuzeyinden geçenlerin de Avrupa’ya ulaştığı… İşte ne kadar ciddi bir geçiş coğrafyası haline gelmiş olduğunu görüyoruz.
Bu anlamıyla oldukça canlı bir bölge. Kültürlerin birbiri içerisine yoğunlaştığı bir bölge. Fakat günümüzde de önemli bir ekonomi sahası olarak tanımlanabilir. 21.yy’a girdiğimiz bu 2000’li yıllarda 1990’larda Sovyetlerin çökmesiyle de farklı bir boyutu ile Hazar Havzası gündeme geldi.
F.S.: Bu açıdan bakıldığında son 150 yıllık süreçte Hazar Havzası ile ilgili kırılma noktaları olduğunu -dönüm noktaları olduğunu- görüyoruz. Demin işaret ettiğiniz gibi Çarlık dönemi var, İngiltere’nin dünya hâkimiyeti mücadelesinde önemli bir bölge. Sonra Sovyet dönemi başlıyor. Sovyet döneminin kendine has öncelikleri ve dengeleri var. Ve 91’le beraber yeni dönem açılıyor. Bu 150 yıllık sürece baktığımızda kırılma noktaları, önemli dönüm noktaları açısından neler söylersiniz?
H.S.Ö.: Evet önemli noktalar aslında sizin de belirtmiş olduğunuz gibi Çarlık Rusyası’nın dönüşümü ile birlikte tek tek sıralayabileceğimiz belli dönemler var. Özellikle 19.yy’dan başlayarak bölgede artık Rusya’nın Orta Asya’da hâkimiyetine tamamıyla başlamış olduğu dönemdi. İran ve Rusya’nın karşı karşıya geldiği bir süreçten bahsediyoruz.
Onun ötesinde 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra tekrar bölgenin tamamıyla dizayn edildiği, yeniden bir yönetim ve ideolojinin hâkim olduğu bir dönemden bahsediyoruz. Ve ondan sonra da II. Dünya Savaşı’nda da Nazi Almanyası’nın, özellikle bu dünya savaşında yürütmüş olduğu, mekanize tugayları yürütmek için Azerbaycan’dan çıkan petrol kaynaklarına ulaşmak için Ukrayna üzerinden Azerbaycan’a gözünü diktiği bir dönemden bahsediyoruz.
Tabii 19.yy’dan 20.yy’a kadar oldukça kanlı geçen bu süreçte Hazar Havzası özellikle 19.yy sonunda ortaya çıkan petrol kaynaklarıyla birlikte Azerbaycan’ın, özellikle bu anlamda dünyada önemli bir yere sahip olmasıyla birlikte, dünyanın gözünü diktiği bir yer haline geldi. Fakat sonraları 1990’larda Sovyetlerin çözülmesiyle birlikte de farklı bir söylemle karşı karşıya geldi. Bu da neydi: O dönemde Hazar bölgesinin, Rusya’nın çok fazla odaklanmadığı, yani petrol kaynakları olarak odaklanmadığı bir deniz veya kapalı havza olarak nitelendirsek de 90’lar sonrasında ikinci bir körfez… yani İran ve Körfez ülkelerinin olduğu, petrol ve doğalgazın çıktığı, ikinci bir ana arter haline dönüşebileceği dedikoduları ile birlikte dünyanın politikasında üst sıralara doğru tırmandığı bir süreci gördük.
F.S.: Hazar geçiş bölgesi -ipek yolu- tarihten gelen özellikleri sonraki güçlerin mücadele alanı ama ana özelliklerinden biri enerjinin yoğunlaştığı bir bölge olması. Sizin de demin işaret ettiğiniz 19.yy sonlarında Bakü petrolleri diye dünya ölçeğinde önemli bir enerji kaynağı ya da petrol bölgesi olarak ortaya çıkıyor. Sonra Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve diğer ülkeler devreye giriyor. Ama halen enerji noktasında bir yer olduğu anlaşılıyor.
Hazar enerji kaynaklarının taşıdığı, bu Avrupa’nın arz güvenliği açısından ya da dünya enerji talebi açısından kritik önemi nedir?
H.S.Ö.: Avrupa’nın aslında bugün bir enerji sıkıntısı ile karşı karşıya olduğu, özellikle son 10 yılda daha fazla dile getirilen bir husus. Bunda temel mesele aslında Avrupa’nın büyüyen ekonomisinin dışında enerji güvenliği ile birlikte Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığının artması; Rusya’ya olan bağımlılığıyla birlikte politik meselelerin ajandada yukarı doru tırmanması olarak belirtilebilir.
Hâl böyle olunca Brüksel’deki devletlerin Rusya’dan bağımsız olarak hareket ettikleri durumda Rusya’nın enerji meselesini bir kaldıraç vazifesi olarak, kullanarak, Avrupa üzerine baskı kurduğu ve belli noktalarda da Avrupa’nın uygulamış olduğu politikalarda bir sıkıntı yarattığı ortada. Bu nedenle aslında Avrupa son dönemde enerji kaynaklarını çeşitlendirme politikalarına gitti. Bunlardan temel unsurlarından bir tanesi de enerji ana arterlerinin çeşitlendirilmesi ve enerji hatlarının çeşitlendirilmesi.
Tabii bunun dışında Avrupa Birliği bugünlerde yenilenebilir enerji gibi (güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi) hususlarda da oldukça hızlı yol almakta. Bu anlamda Almanya’nın başat gittiğini belirtebiliriz. Fakat mesele aslında yenilebilir enerjiyle de çözülebilecek bir mesele değil. Çünkü hızlı şekilde büyüyen ekonomiden, hızlı bir enerji tüketiminden bahsediyoruz. Hâl böyle olunca konvansiyonel enerji tüketiminde petrol ve doğalgaz, özellikle de “Kyoto Protokolü”nün imzalandığı dönemden sonra doğalgazın çok üst sıralara tırmandığı ve bugün bir şekilde doğalgazın da “mavi altın” olarak nitelendirildiği bir dönemi yaşıyoruz.
Tabii doğalgazı her yerde tüketmeniz mümkün değil. Doğalgazın çıktığı üç tane ana bölge var Avrupa’nın yakınında: Onlardan bir tanesi Afrika, bir tanesi Rusya’nın da dağılmış olduğu Asya, bir diğeri de Orta Doğu diye belirtilebilir. Fakat Rusya her ne kadar dünyadaki doğalgazın 4/1’ine sahip olmasına rağmen giden hatlar Ukrayna üzerinden -Belarus üzerinden- geçtiği için bölgede Rusya’nın transit ülkelerle yaşamış olduğu sorunlar bile Polonya’da, Almanya’da çeşitli sıkıntılara yol açmakta.
Bu nedenle Avrupa’da son dönemde özellikle Türkmen doğalgazı, Azerbaycan doğalgazı, Kazakistan’dan çıkarılabilecek ve hatta Özbekistan’dan çıkartılabilecek doğalgaza yönelik bir talep gösterdiğinden bahsedebiliriz. Tabii onun ötesinde Avrupa’da her ne kadar doğalgaz meselesinde gündeme getirilsede; Amerika’yla birlikte petrol piyasalarının dengelenmesi, İran’da Körfez’de yaşanabilecek Hürmüz Boğazı’ndaki trafikten, veya herhangi bir savaş nedeniyle ortaya çıkabilecek karmaşayı engellemek için de petrol piyasalarına istikrarı getirebilecek; Kazak petrolü, Rus petrolü ve aynı şekilde Azerbaycan petrolünün batıya yönlendirilmesi hususları gündemde. Tabii bunlarda Türkiye’nin de önemli bir yer oynadığını belirtelim.
Vugar ORHAN (Gazeteci-Yazar) / Azerbaycan – Tel. Bağ.
F.S.: Malum Hazar Havzasını ele alıyoruz. Enerji kaynakları ve stratejik önemi son yapılan zirveler bağlamında. Azerbaycan ekonomisinde ve siyasetinde Hazar enerji kaynaklarının yeri nedir, nasıl bir belirleyici rolü vardır?
V.O.: Bir sözle ifade etmek gerekirse; Azerbaycan ekonomisi için Hazar enerji kaynakları çok hayati bir önem teşkil ediyor. Malum 1994 yılında Azerbaycan’ın uluslararası konsorsiyumda imzaladığı “Əsrin kontraktı” var. Ve bu kontrak, bugün Azerbaycan ekonomisinin ayakta durmasına ve inkişafına, salahiyetine büyük katkı yapıyor. Aynı zamanda bu kontraktın işlemesi Türkiye’ye, Türkiye üzerinden Avrupa’ya, dünyaya enerji kaynaklarının akıtılması için mühim bir projedir. O yüzden tabii Hazar Havzasındaki enerji kaynaklarından istifade ettiği için bizim için mühim bir mesele.
Aynı zamanda bu meselenin hukuki bir problemi de var. Hazar bölgesinin statüsünün tam olarak belirlenmemesi… bu yüzden bölgeye gelen danışların(tarafların) bir yekûn belirtmemesi. Hazar Havzasının enerji kaynaklarının tam istifadesine, tam kullanılmasında bir nötr ihtimali yaratıyor.
F.S.: Hazar Havzasının Azerbaycan için bu kadar önem taşıması, bunun Azerbaycan’ın iç ve dış siyasetine ne tür yansımalarına tanık oluyoruz?
V.O.: Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonraki süreçte, Hazar Denizi’nin bölünmesi gündeme geldiğinden Azerbaycan’ın tek bir krizi var: Bu kriz Hazar Denizi, Hazar Denizi ölçeği bazında bölünmelidir, ortak hat boyunca belli koordinatlar ve parametreler belirlenmeli ve Hazar’ın dibi de -enerji kaynakları da- suyu da milli-eşit olarak bölünmelidir. Bizim kriz bu.
1994-96 yıllarında sadece Azerbaycan bu krizin arkasında durmuştu. Diğer ülkeler bu meseleye pek olumlu yanaşmıyordu. Fakat sonraki dönemde Rusya, daha sonra Kazakistan bu krizi kabul ettiler. Hazar’ın dibinin bölünmesi -millet olarak bölünmesi- meselesinde ortak bir görüş yakalandı. Ve 1999-2002/3 yıllarında Azerbaycan’la Rusya arasında, Rusya ile Kazakistan arasında, Kazakistan’la Azerbaycan arasında; en son da 2003 yılında üç ülke arasında (Azerbaycan, Rusya, Kazakistan) Hazar’ın dibinin “milli set” olarak bölünmesinde bir anlaşmaya vardılar.
Sonraki dönemde bu anlaşma halen devam ediyor. Hazar’ın statüsüne bağlı 96 yılından beri devam eden ve yirmiden fazla görüş olmuş, yakınlarda üç zirve yapılmış -Bakü’de 3. zirve yapıldı-, ve ordan çıkan net fikirler şu oldu ki: Hazar’ın statüsünün tam belirlenmesi, net bir yere gelinmesi ve bir kondisyon imzalanması için artık işlerin % 80 faydası görülmüş. Bunlarda ortada gizli formüller olarak kalmaktadır.
Mesela Azerbaycan’la Türkmenistan arasında Hazar’ın hissesi, aynı zamanda İran’la Azerbaycan arasında nasıl bölünecek hissesi? Diyelim ki İran tarafı bu meselede daha bir farklı yaklaşımı var: İran tarafı, Hazar Denizi sadece bir halkın belli bir koordinatlar üzerinden bölünmesinden ziyade herkese % 20 olarak bölünsün diyor. Yani herkese eşitçe tam bölünsün istiyor. Oysa Hazar kıyısındaki ülkelerin sahil kıyı uzunlukları hesaplanırsa ya da diğer parametreler alınırsa yani % 20’lik bir bölge olmuyor. Bu ancak kardeşler arasında bölünebilir. Ancak herhalde görüşmeler iyi gidiyor ki 94-96 yıllarında o zaman çok ciddiyet vardı dolayısıyla da artık bu 15 senede iş ağırlaşsada bir anlaşma, olumlu neticeler var. Son olarak 18 Kasım’da Bakü’deki zirve toplantısında Hazar Havzası ülkelerinin “güvenlik işbirliği” hakkında bir antlaşma imzalandı. Bu çok önemli antlaşmaydı.
Daha önce Hazar’ın ekonomi meselelerinin ortak bir işbirliğine bağlı bir antlaşma imzalanmıştı 2003-2004’te. Yine daha önce Azerbaycan, Rusya ve Kazakistan arasında üçlü bir antlaşma var. Ve öncelikle önemli olanın bence Türkmenistan’ın da bu işbirliğinde ortak edilmesinin sağlanması. Türkmenistan’da Hazar Denizi’nin millet olarak bölünmesini kabul ediyor. Sadece burda problem ortak antlaşmanın yapılması. Belki orada petrol kaynaklarının nasıl bölünmesi meselesi var. O meselede görüşmeler devam ediyor. Azerbaycan’la Türkmenistan arasında da ortak bir petrol kaynağı var. 99’da bununla ilgili bir antlaşma da imzalandı. Ancak her iki tarafta hak iddia ettiğinden dolayı ilerlemedi. Sonra geldiği noktada “bu mesele -proje- artık dondurulsun” dendi (2002). O zaman, “Hazar’ın statüsü tam belirlensin ve ortak hatlar, Hazar’ın dibinin nasıl bölüneceği aydınlığa çıksın”, dendi.
F.S.: Teşekkür ederiz.
Biz Avrupa’nın enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi konusuyla devam ediyorduk. Bu bağlamda tabii enerji nakil hatları gündeme geldi. Hazar Havzasıyla ilgili çok sayıda Nabukko, Batı Tiflis Ceyhan, Trans Hazar gibi petrol ve doğalgaz boru hatları gündeme geldi. Bu son dönemde “nakil hatları” meselesinin öne çıktığını görüyoruz. Gerek basında gerek ilgili çevrelerde daha fazla yer alıyor. Bu farklı enerji nakil hatlarının ortaya çıkmasının arkasında nasıl bir politik öncelikler bulunuyor?
H.S.Ö.: 90’larda aslında Sovyetler yıkıldığı zaman Türkiye’nin izlemiş olduğu politikalardan bir tanesi de ülkelerin enerji hatlarını çeşitlendirmeydi. Tabii bu enerji hatlarını çeşitlendirme aynı şekilde iletişim, ulaşım hatlarında da bir çeşitlendirmeye gitme, eğitimde bir reforma gitme… yani bunları Türkiye hep beraberinde götürmeye çalıştı. Ve bunun temelinde -ardında- yatan şuydu: Aslında Türkiye bir şekilde bu ülkelerin dönüşüm sürecine kendi ekonomik kaynaklarıyla ayakta durabilecekleri şekilde katkıda bulunmak istiyordu. Bu noktada Türkiye kaynakların çıkacağı hatların çeşitlendirilmesinde hayati bir öneme sahip olduğunu düşünüyor.
İki: Bu 2000’lerde daha da net olarak ortaya çıktı. Çünkü Sovyetler döneminde kurulan altyapıyla birlikte gerek Türkmenistan’ın gerek Azerbaycan’ın gerekse Kazakistan’ın sahip oldukları kaynaklar Rusya üzerinden Batı’ya ulaştırılmakta ve bunun dışında başka bir çıkışları da bulunmamaktaydı. Bu açıdan bakıldığında tek bir alıcının olduğu, ve tek alıcının olduğu noktada da alıcının fiyatı belirlediği bir süreçten bahsediyoruz. Bu nedenle hem bu bölgede gerçekleşecek siyasi dalgalanmalar bu ülkeleri olumsuz etkileyecekti; hem de bu ülkelerin kalkınması bir şekilde sekteye uğrayacaktı. Bu nedenle aslında Türkiye bu politikaları desteklemek için bir mekik diplomasisi yürüttü diyebiliriz. Tabii bu süreçte Çeçenistan savaşının aslında bunun ne kadar önemli olacağını da gösterdiğini belirtebiliriz. Azerbaycan aslında en önemli kaynağı olan petrolü, satışta bile Çeçenistan’da çıkan savaş nedeniyle problemler yaşadı. Kaldı ki bugün belirtmek gerekirse Azerbaycan’ın gayri safi milli hâsılasının % 55’e yakını da petrol ve doğalgazdan gelmektedir. Bu anlamda baktığınızda hatların çeşitlenmesi çok önemli bir husustu. Bu süreçte Türkiye, aslında Hazar’ın ötesine ulaşamasa da Azerbaycan’la ciddi hatlar kurma konusunda başarılar yaşadı. Bunlar: Bakü-Tiflis-Ceyhan Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Boru Hattı olarak belirtilebilir.
Bakü-Tiflis-Erzurum bir başka önemi de şu: Aslında Azerbaycan’ın Güney Avrupa’ya ulaşması için bir hattın başlangıç noktası bu “interconnection between” Yunanistan ve Türkmenistan arasındaki “interconnection” da bir bağlantı noktası olarak belirtilebilir. Böylelikle aslında Azerbaycan Bakü’de çıkartmış olduğu doğalgazı Türkiye üzerinden Yunanistan’a, oradan da İtalya’ya bugün ulaştırmakta.
Onun dışında Türkiye tabii yeni hatlarda gündeme getirmek istedi. Bunlardan bir tanesi “Nabukko Boru Hattı Projesi”. Bu boru hattıyla ilgili projeler halen devam etmekte. Geçen sene hükümetlerarası antlaşma Ankara’da imzalandı. Ve önümüzdeki dönemde de görünen o ki Brüksel’in daha bir irade ortaya koymasıyla birlikte bu süreç daha farklı noktalara taşınabilecek gibi görünüyor.
Fakat şu an da gelinen noktada bölgede de bir ‘Rusya-Türkiye arasında boru hatları arasında rekabet var’ gibi denilebilir. Güney Akım ve Nabukko birbiriyle rekabet eden iki hat şeklinde bölgede yarışıyor.
F.S.: Tabii bu hatlar sadece Azerbaycan’ı değil trans Hazar ülkelerini yani Kazakistan’ı, Türkmenistan’ı belki daha sonraki aşamada Özbekistan’ı yine tabii İran’ı -önemli bir ülke olarak hesaba katacağız- . Bu boru hatları Azerbaycan’ın ötesinde Kazak ve Türkmen kaynakları için nasıl bir önem taşıyor?
H.S.Ö.: Bakmış olduğunuzda burada Türkmenistan’ın ve Kazakistan’ın kendi kaynaklarını çıkarttığı, fakat Hazar’ın statüsünün henüz belirli olmadığı için Hazar geçişli boru hatlarının inşa edilmesinde yaşanan sıkıntılarından dolayı Hazar’ın ötesine ulaşmakta bu kaynakların sıkıntı yaşadığını söyleyebiliriz. Tabii burada çeşitli alternatifler gündeme geliyor.
Kazakistan, sahip olduğu petrol kaynaklarını, bugün Rusya üzerinden Karadeniz’e ulaştırmakta. Türkmenistan ise İran üzerinden aslında dolaylı olarak önce İran’a gazını satmakta oradan da Türkiye’ye bu gazı ulaştırmaktadır. Fakat arada fazla transit ülkelerinin olması, fiyatın gelirlerinin bölüşülmesi anlamına geliyor. Aslında Türkmenistan ve Kazakistan belki bu noktada daha fazla kâr edebilecekken transit ülkelere ödemiş oldukları geçiş ücretleri nedeniyle bundan daha yeteri kadar kâr elde edemiyorlar. Artı bir diğer sıkıntıda şu: Kazakistan ve Türkmenistan’ın bugün Rusya’yla sağlamış olduğu bu ilişki çerçevesinde aslında biraz evvel belirtmiş olduğumuz gibi tek bir alıcıyla masaya oturdukları ve bu tek alıcının da fiyatta dominant olduğu bir süreçten bahsediyoruz. Bunu kırmaya çalışıyor ülkeler. Çin devreye girdi son on senede. Ve bu hakikaten Türkiye’nin de bastırmış olduğu politikalarla birlikte Rusya’nın Kazakistan ve Türkmenistan’a ödemiş olduğu fiyatta yukarıya doğru bir hareketlenmesine yardımcı oldu. Bugün, bundan üç sene, dört sene önce bin metre küpüne 50 ya da 70 dolar ödeyen Rusya, bugün Türkmenistan’da 170-180 dolar civarında bir ücret ödemekte.
Onun dışında şunu da belirtmek gerekir ki; yeni boru hatlarıyla birlikte Rusya gündeme geliyor. Hazar’da mevcut hattın yanına bir ikincisini çekmek için 2007’de anlaştılar. Aslında bölgede rekabetin artması, bölgede daha fazla oyuncunun yer alması, bu ülkelerin de aslında ekonomik kalkınmaları için olumlu bir etki sağlıyor diyebiliriz.
F.S.: Hazar’ın statü sorunu hep konuşulur, uğruna zirveler yapılır. Bu statü sorunu nedir -özet olarak-? Hazar’ın statüsü sorunun önemi nedir, neyi ifade eder, niye önemlidir?
H.S.Ö.: Hazar’ın statüsü bakmış olduğunuzda çok ilginç bir mesele aslında. Çünkü; Hazar’ın tam olarak bir deniz mi bir göl mü; kapalı deniz mi yarı kapalı deniz mi olduğu tartışmaları uzun dönemdir devam etmekte. Fakat burada bir diğer sıkıntı da şu: Hazar’ın statüsünü belirleyecek antlaşmalar aslında 1982 yılında Birleşmiş Milletler deniz hukuku sözleşmesi çerçevesinde çözümlenmesi gereken bir husus. Fakat bölge ülkelerine bakmış olduğumuzda o dönemde Rusya dışında veya Sovyetler dışında başka bir ülke olmadığı için -Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan gibi-, Birleşmiş Milletler deniz hukuku sözleşmesine sadece Rusya’nın taraf olduğunu görüyoruz.
Bir ikinci unsurda şu: Özellikle Hazar’ın biraz evvel belirtmiş olduğumuz gibi 19.yy’da önemli bir balıkçılık merkezi olması, önemli bir ticaret merkezi olması nedeniyle aslında İran ve Rusya arasında sürekli olarak tartışmalara konu oldu. Ve anlaşmaların imzalandığı… bir çatışma bölgesi olarak da nitelendirilmesi mümkün. Bu çerçevede 19 yy.’da henüz denizde petrol ve doğalgaz aramaları gibi bir hususta olmadığı için aslında o dönemde imzalanan anlaşmalar bugüne bir çözüm getirmemektedir.
Bu açıdan bakmış olduğumuzda 1813’ten başlayan ve 1940’lara kadar devam eden anlaşmalar silsilesinin İran ve Rusya arasındaki ilişki şekillendirildiğini belirtebiliriz. 1813’te Gürcistan Antlaşması, 1828’de Türkmençay Antlaşması bir şekilde aslında Hazarda Rusya’nın üstünlüğünü ortaya koyduğu ve İran’ın aslında Hazar’ı bir sınır olarak belirleyici unsur olarak gördüğü bir süreci meydana getirmiştir.
Fakat 1921’de özellikle Bolşevik devriminden sonra Sovyetlerin o kırılgan yapısında İran’la bir esnekliğin yaşandığı ve bu çerçevede Seyru Sefer Antlaşmaları 1940’da, aynı şekilde balıkçılık hususunda bazı esnekliklerin 1921 ve 1940 antlaşmalarıyla da imzalandığını görüyoruz.
Fakat, bugün durum tamamıyla farklı. Bugün bölgeden zengin doğalgaz kaynaklarının çıkarıldığı, zengin petrol kaynaklarının çıkarıldığı bir süreçten bahsediyoruz. Aynı şekilde bölge, havyarın da % 90 oranında üretildiği bir yer. Bu açıdan herkes bir şekilde payını arttırmaya ve pastadan fazla pay almaya çalışıyor. Ve statü tartışmaları da 2000’lerden itibaren hızlanarak devam ediyor.
F.S.: Bu değerlendirmeye konu olan “statü tartışmalarında” beş tane ülke var -kıyıdaş ülkeler-. Göl olsa ne olur, deniz olsa ne olur; kapalı deniz olsa ne olur, açık deniz olsa ne olur? Bunu biraz açar mısınız?
H.S.Ö.: Aslında “göl olsa ne olur, deniz olsa ne olur(!)” çok şey değişiyor bakmış olduğunuzda. Göllerin paylaşımı uluslararası antlaşmalara göre kıyıdaş ülkeler arasında eşit oranda gerçekleşiyor. Yani beş tane ülkemiz varsa burada beş ülke arasında eşit oranda bütün çıkarılan kaynakların -bu hangi ülkenin sahasında olduğu önemli değil-, diyelim ki Azerbaycan bugün Güneş, Çıra, Şahdeniz gibi kaynaklardan doğalgaz üretiyor; aynı şekilde petrol çıkarıyor. Aynı şekilde Kazakistan ve Rusya Hazar’ın kuzeyinde petrol ve doğalgaz üretiyor. Buradan kazanmış oldukları gelirleri aslında İran’la, Türkmenistan’la bir şekilde paylaşmalarını gerektiren bir süreçten bahsedebiliriz. Aynı şekilde bu ülkelerin burada hareket edecekleri, denizcilikte de hareket edebilecekleri alanlarında da farklılaşmalara neden oluyor.
Fakat siz burayı bir deniz olarak kabul ederseniz deniz olarak kabul ettiğinizde de orta nokta, orta çizgi, gibi bir kural gündeme geliyor. Bu da şu: Her ülkenin belli ticari anlamda kıyısının sahip olduğu ve yer altı kaynaklarına sahip olduğu alanların ülkelerin bu denize olan kıyılarıyla orantılı olarak paylaştırılması gündeme geliyor. Tabii bu paylaştırılırsa bu durumdan en zararlı olan İran olduğu ortaya çıkıyor. Biraz evvel % 20 gibi bir orandan bahsettik. Fakat bu “orta çizgi” prensibi çerçevesinde bir dağılım gerçekleşirse, İran’ın payı % 13’lere kadar geriliyor. % 13’lere kadar gerilediği gibi Azerbaycan’la arasında zengin kaynaklardan hak iddia etmesi gibi bir durumda söz konusu olabileceği gibi bu da tamamıyla bay pas ediliyor. Fakat “orta çizgi”de de henüz bir ortak noktaya ulaşılamadığını belirtmek lazım. Hazar’da bugün kuzey-güney arasında bir kutuplaşma gündemde.
F.S.:Peki bu ülkelerin pozisyonlarını tek tek birer cümleyle söylersek -göl mü deniz mi- nedir?
H.S.Ö.: Bugün aslında kuzeyde mesele çözülmüş. Orta çizgi prensibini Rusya, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın belirlediğini ve tartışmasız olan bölgelerde kendi sahalarında rahatlıkla çalışabildiklerini belirtebiliriz. Özellikle İran’ın göl olması konusunda veya eşit olarak paylaşılması hususunda (%20 olarak) bir baskı yaptığını da belirtmek mümkün. Son dönemde özellikle 2003 yılında Kazakistan, Rusya ve Azerbaycan arasında varılan anlaşma nedeniyle de Türkmenistan’ın bir şekilde bu anlaşmanın dışında kalmasıyla da İran’ın Türkmenistan’ı kendi yanına çektiği bir süreç yaşadık. Aslında Türkmenistan’da 1998’de Azerbaycan’la orta çizgi prensibini kabul etmiş bir ülke. Bu Hazar’da eşit paylaşım yerini her ülkenin ne kadar sınırı varsa o şekilde paylaşalım prensibini kabul etmiş bir ülke. Fakat 2003’te bu kuzey-güney diye ayrıma gidilmesi ile birlikte Türkmenistan’ın kendini İran’ın yanında bulunduğu bir süreçte de gördüğünü belirtebiliriz. Tabii bu neyi getiriyor? Aslında Hazar’ın statüsü konusundaki tartışmaların çözümlenemez hale gelmesine ve 2002’den bugüne kadar gerçekleşen zirvelerde de sonuçsuz zirvelerin ortaya çıkmasına da bir zemin hazırlıyor.
F.S.: Bu zirveler üç yılda bir yapılıyor. Şimdi en son alınan kararla yılda bir yapılması gündeme geldi. Bu zirvelerin ortaya çıkış sebebi neydi, gündemleri neydi? İlk günden bugüne nasıl bir gelişme izlendi?
H.S.Ö.: İlk zirve 2002 yılında Aşkabat’ta gerçekleşti, Türkmenistan’da. Bu zirvede aslında burada bir statü sorunu var, bu statü sorunu nedeniyle hiçbir ülke burada rahat hareket edemiyor. 2001 yılında Azerbaycan tartışmalı bölgelere keşif gemisi gönderdi. Bu keşif gemileri İran gemileri, uçakları tarafından geri gönderildi.
Biraz evvel gazetecin belirtmiş olduğu gibi Serdar diğer adıyla Kepez’de var olan çatışma nedeniyle burada doğalgaz araması gerçekleştirilemiyor.
İkinci bir unsur: Türkmenistan eğer gazını satmak istiyor ise Batı’ya, bunu Hazar’ın altından geçiş bir hatla gerçekleştirmek istiyor. Fakat statü belli olmadığı için bunu yapamıyor. Aslında 2002’de bu sürece götüren unsurun temelinde ekonomik ve siyasi meseleler var. Bu açıdan bakmış olduğunuzda özellikle ülkelerin “buna bir çözüm bulalım ve hepimiz buradan kâr edelim, bir şekilde bölgede çatışma noktası değil, bir refah alanı haline -Hazar havzasını- getirelim” amacı güttüğünü belirtebiliriz.
2002 yılında zirve gerçekleştirilmesine rağmen pek de ciddi sonuçlarla ayrılamadığını söyleyebiliriz. İşte Hazar Havzasının ekolojik durumuyla ilgili ortak çalışmalara yönelik bazı antlaşmalar imzalandı. Onun ötesinde bu zirvelerin tekrar yapılmasına yönelik bir niyet beyanında bulunuldu. Fakat bir sonraki zirvenin yapılması ancak 2007 yılında Tahran’da gerçekleşti. Tabii bu Tahran’da gerçekleşmesinin siyasi de bir nedeni vardı. O dönemde Tahran’a yapılacak bir operasyon mümkün müdür? İran nükleer krizinin tavan yaptığı bir dönemde, bu anlamda Afganistan operasyonunu yaşamış olan bölge bir şekilde siyasi mesajda Tahran’dan verdi diyebiliriz. Burada en fazla -Hazar Zirvesinden- Tahran karlı çıktı gibi görülüyor. Çünkü alınan kararlarından bir tanesi de şuydu: Bölge ülkeleri, İran’a yapılacak bir operasyona prensip olarak karşı çıktıkları bir deklarasyonla Tahran Zirvesi’nde ortaya koydular. Fakat ortaya koyamadıkları bir diğer unsurda, Hazar Havzasının statüsüydü. Ve 2010 yılına da bu yine taşındı diyebiliriz.
F.S.: Bu noktada 18 Kasım Bakü Zirvesinde de “Güvenlik İşbirliği Antlaşması” imzalanıyor. Bunu Tahran’da yapılan zirvedeki sürecin devamı gibi okumak mümkün mü?
H.S.Ö.: Bir şekilde devamı gibi okumak mümkün. Onun ötesinde Rusya’nın aslında bölgede kurmaya çalıştığı hegemonyasının da bir diğer yansıması olarak da belirtilebilir. Ne için bu şekilde bir söylem kullanıyorum? Çünkü özellikle son dönemde Rusya’nın “kolektif güvenlik antlaşması örgütü” gibi bir yapılanmaya gitti. Bunun özellikle Afganistan’a NATO operasyonu sonrasında daha da somut bir hal aldığını belirtmek mümkün. Bunda bir unsur şu: Bölge ülkeleri aslında dışarıdan gelenlerin, bölgedeki siyasete karışmasını istemiyorlar. Ve bu siyasete karışmalarını engellemek için de bir mekanizma oluşturuyor. Bu mekanizma çerçevesinde kendi problemlerini kendileri çözüm arama yoluna gidiyorlar. Burada da Rusya’nın aslında bunu şekillendirici, bir baş at -aktör- rolüne soyunduğunu belirtmek mümkün.
Tabii hâl böyle olunca 18 Kasım’da Hazar’ın statüsüyle ilgili toplanan liderler zirvesinde şu karar ortaya çıktı: Bölge güvenliğinin arttırılması ve bölgedeki donanmaların güçlendirilmesine yönelik bir karar alındı. Burada aslında kârlı çıkan iki ülke var: Bunlardan bir tanesi Rusya, diğeri de İran. Çünkü hali hazırda Kazakistan ve Azerbaycan’ın bölgede askeri anlamda belli yapılanmaları bulunsada, bunların İran’ın ve Rusya’nın sahip olduğu yapılanmalarla karşılaştırılması oldukça güç. Bu açıdan bakıldığında alınan bu kararda özellikle bu ülkelerin kaldıraç vazifesi olarak kullanılabilecekleri donanmalarını bölgede güçlendirmeleri imkânı da sağladı denilebilir.
Fakat bölgede aslında alınması gereken önlem, realist çerçevede, atılacak adımlar askeri anlamda değil de daha çok ekonomik anlamda nasıl işbirliği yapılabilir olmalıydı. Fakat Hazar Zirvesi’nin 18 Kasım’da belki bir anlamda “güdük” kalan kısmı buydu denilebilir.
F.S.: Bir sonraki zirvenin bir yıl sonrasına kararlaştırılması… ve Moskova’ya alınması çözüme yönelik daha güçlü bir irade oluştuğu anlamına gelir mi? Çünkü bir yıl sonra tekrar toplanma iradesi neyi ifade eder?
Aslında 2007’de toplandıklarında Bakü Zirvesi’nde bir yıl sonra yapılsın gibi bir niyet beyanında bulunuldu. Fakat bu ülkeler 2008 yılında bir araya gelemediler, ancak 2010 yılında bu zirve gerçekleşebildi. Böyle bir irade ortaya konuldu. Ama 2011 yılında acaba bu ülkeler Moskova’da bu zirveyi gerçekleştirebilecek mi? Benim aklıma takılan sorulardan bir tanesi geçmiş örneklerle karşılaştırdığımda bu.
İkinci unsur: Bu bir çözüm adına olumlu bir adım olabilir. Çünkü 18 Kasım’da zirveden ayrılırken liderlerin söylediği şuydu: Bir sonraki zirveye herkes kendi tezini ve ortaya koyabileceği çözüm önerilerini getirsin. Yani tamam İran % 20’den bahsedebiliyor ama % 20’den bahsederken ne kadar tavizde bulunabilecek. Bunları tartışabileceğimiz, bu anlamda hazırlıklı olarak gelebileceğimiz bir zirve gerçekleştirelim tarzında bir söylemde bulunuldu. Bu önemli bir adım diye düşünüyorum. Fakat burada sıkıntı oluşturan nokta şu: Azerbaycan’ın ve Rusya’nın ve Türkmenistan’ın sahip oldukları kaynaklar düşünüldüğü zaman buradan çok da taviz verme gibi bir durumlarının olduğunu söylemek güç.
Bir üçüncü hususta şu: Bölgede Rusya’nın bir çözüm arayışına gittiğini görmek, aslında Rusya’nın kendi ayağına da kurşun sıktığı bir süreci getirecektir. Niçin böyle? Bölge coğrafi yapısı düşünüldüğünde ve İran sorunu düşünüldüğünde, aslında boru hattı bugün Hazar’ın altından geçirilmezken İran’ın üzerinden Türkiye’ye ulaştırılabilecekken, Nükleer kriz sebebiyle İran’ın bay pas edilmesi, Hazar altından gelebilecek boru hattını gerekli kılmaktadır. Fakat Hazar’ın statüsü belirlenince bu hat mümkün oluyor, fakat bu hattı da gerçekleştirdiğinizde bu sefer Türkmen gazı Çin’e gittiği gibi, Rusya’ya gitmek yerine bu sefer batıya gitme ihtimali gündeme gelecek ki bu da Rusya’nın çok fazla işine gelmez. Çünkü iki nedeni var:
Bir: Rusya daha yüksek fiyatlarda gaza para ödemek zorunda kalacak. İkinci husus ise: Rusya aslında Türkmenistan üzerinde sahip olduğu dominant etkiyi de bir anlamda zayıfladığı bir süreci gözlemlemek zorunda kalacak. Bu anlamda Rusya acaba nasıl bir çözüme evet diyecek. Veya Rusya elindeki dosyayla hangi tekliflerle gelecek? Bu da Moskova Zirvesi’nin belirleyici unsuru olacak.
F.S.: Türkiye bir tür enerji koridoru haline dönüşüyor. Enerji nakil hatlarında Türkiye önemli rol üstleniyor. Ve Hazar Havzası’na da yakınız. Doğrudan Hazar’a kıyımız olmasa da bile Azerbaycan’la olan yakın ilişkilerimiz, Rusya’yla olan son dönemdeki enerji işbirliği antlaşmaları, İran’la tarihi ilişkilerimiz… Türkiye açısından bir değerlendirmeyle kapatalım. Hazar bölgesinin artan önemi, enerji koridoru olması yönündeki söylemlerin gerçekliği, Türkiye’nin kendi enerji ihtiyacı artı bir geçiş bölgesi olması açısından bir değerlendirmeyle kapatalım.
H.S.Ö.: Türkiye açısından baktığınızda Hazarın önemi aslında Türk dünyasına açılan bir kapı olması nedeniyle oldukça kültürel ve manevi bir önemi var gibi belirtmek mümkün. Ama onun ötesinde Türkiye’nin bölgeye yönelik politikalarına bakmış olduğumuzda Türkiye’nin aslında bölgeyi bir şekilde Batıyla entegre olmuş, küresel ekonomiye dahil olmuş ve hızlı bir dönüşümle birlikte hızlı kalkınan ve kendi ayakları üzerinde rahatça duran ülkelere dönüşmesi için elinden gelen gayreti gösterebilecek bir strateji izlediğini belirtmek mümkün.
Bu çerçevede bölgeden gelecek kaynaklar üzerine kendi ekonomik çıkarlarından çok aslında bölgedeki ülkeler bu işten daha fazla kâr elde edebilir, onun stratejisi peşinde diyebiliriz. Aslında Azerbaycan’la son imzalanan anlaşma da bunun güzel bir örneği. Bakmış olduğunuzda Azerbaycan ile 2007 başlayan doğalgaz alım sürecinde Türkiye fiyatın Azerbaycan tarafından düşük olduğunun belirtilmesiyle birlikte fiyatı yükseltmeye gitmiş. Hatta ve hatta 2007 yılından itibaren gelen gazı da geriye dönük olarak fiyatı da arttırarak ödemeyi kabul etmiştir. Aslında bu Türkiye’nin bölgede siyasi bir amaçla değil, bölgede biraz da entegrasyon politikaları çerçevesinde hareket ettiğinin göstergesi. Fakat Türkiye’nin sıkıştığı bi nokta şu: Azerbaycan’la ciddi bir entegrasyon politikası uygulamasına rağmen Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan’a ulaşamayan bir stratejide sıkışıp kalmasıdır. Bununda önünde duran en büyük engel Hazar’ın statüsü gibi görülüyor. Bunun çözülmesi aslında Türkiye’nin ve Türk dünyasının önemli ülkeleri olan bu ülkelerle iş birliğinin güçlendirilmesinde fayda sağlayacaktır.