Dünü ve Bugünü ile Kıbrıs Sorunu
Dünü ve Bugünü ile Kıbrıs Sorunu, (Murat Bilhan – E. Büyükelçi), 15 Ocak 2011.
Fahri SOLAK: Bugün Kıbrıs konusunu ele alacağız. Kıbrıs sorunu nedir? Türkiye’nin Kıbrıs politikası nedir? Son dönemdeki gelişmeleri de dikkate alarak dünü ve bugünüyle Kıbrıs sorununu ele alacağız. Çok kıymetli bir konuğumuz var, Emekli büyükelçi Murat Bilhan. TASAM başkan yardımcısısınız. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde de Dış Politika Enstitüsü başkanısınız. Efendim hoş geldiniz.
Açılışta da söylediğim gibi son dönemde özellikle Aralık-Ocak ayları içerisinde Kıbrıs’la ilgili bir dizi gelişme en azından gündem oldu. Karşılıklı ziyaretler, basın açıklamaları, polemikler… 26 Ocak’ta da Cenevre’de de bir üçlü görüşme öngörülüyor. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini göreceğiz. Tabi bunlar güncel gelişmeler dedik ama Kıbrıs, programdan önce konuştuğumuz gibi 3500 yıllık tarihinden söz edilen bir ada. Tarih boyunca hâkimiyet mücadelelerinin olduğunu, biliyoruz. Kıbrıs adası niye önemlidir? Ve Türkiye açısından ayrıca taşıdığı önem nedir? Oradan başlayalım uygun görürseniz…
Murat BİLHAN: Tabi çok teşekkür ederim soru için. Şimdi aslında Kıbrıs adasının önemi coğrafi jeopolitik konumundan kaynaklanıyor. Jeopolitik olarak doğu Akdeniz’e egemen olabilecek güçlerin hangisi olursa, o gücün bir üstün niteliğinde kullanılmış. Ve bu şekilde tarih boyunca büyük güçlerin bir üs alanı olarak kullanılmış. Yani kendisi bir devlet olmaktan ziyade, başka güçlerin egemenliği altında bulunmuş. Ve bu arada şimdi konumuna bakarsak haritada göreceğiniz gibi Doğu Akdeniz’e Levand sahili dediğimiz yani Doğu Akdeniz sahilini kontrol altında tutabiliyor. En yakın bölgeyi gözaltında tutabiliyor. Türkiye’nin güneyini rahatlıkla kontrol edebiliyor. Yani Anadolu’nun güneyini, bunun yanında Ortadoğuda güneydeki Mısır sahiline ve dolayısıyla Nil havzasını, hatta belki yorumlamak gerekirse Süveyş Kanalı vasıtasıyla Kızıldeniz’e çıkışı ve bölgeleri coğrafi olarak çok kolay varılabilir noktalara getiriyor. Dolayısıyla büyük güçler mesela İngiltere 1877–78 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra Türkiye’den devralan -yani ödünç aldığı- Kıbrıs’ı bu amaçla kullandılar. Yani İngilizlerin ticaret yollarını doğu-batı yollarını, doğu-batı güzergahı üzerindeki güvenliklerini sağlamak amacıyla kullanılmış. Ve hala da kullanılıyor.
F. S.: İngiliz üssü devam ediyor zaten…
M. B.: Tabii. Ve iki İngiliz üssü var Kıbrıs’ta malum. Şimdi bu amaçla kullanıldığı çok açık. Şimdi bu amaçla son zamanlarda Türkiye’ye bakıldığında bu amaç tartışmalı hale getirildi. Gerek içeride gerek dışarıda Türkiye’nin burada ne gibi stratejik çıkarı olabilir tartışması ortaya atıldı. Şimdi stratejik denince hemen akla askeri çıkar hemen geliyor. Ki askeri çıkar açısından düşünmemek lazım. Strateji büyük bir kavramdır. Stratejinin içinde politik, ekonomik vs. çıkarlar vardır. Bütün bu çıkarların bağlamında Türkiye bakımından vazgeçilmez önemli bir bölgedir. Dolayısıyla Kıbrıs’ın jeopolitik konumu Türkiye için bugün de önemlidir. Çünkü Türkiye’nin güvenliğini de sağlar. Güney güvenliğini sağlar. Ve orada şimdi petrol noktaları kurulmaya başladıktan sonra işte doğalgaz boru hattının çıkış noktaları vs… Tabiatı ile oradan Kıbrıs’ın düşman bir gücün elinde olması Türkiye için her zaman bir tehdit teşkil ediyor.
F. S.: Tedirgin edici bir durum değil mi?
M. B.: Evet. Fakat Türkiye’nin ilgi alanı aslında bundan daha önemli olarak şu anda Kıbrıs’taki Türk toplumunun varlığı ve güvenliğidir. Türk toplumunun mevcudiyetini Türkiye korumak mükellefiyeti altındadır. Soydaş bir toplum olduğu için değil sadece, bir bakıma o soydaş toplumunun geçmiş yani kısa süre evvel yaşamış olduğu travmaları düşünürsek o travmalar çerçevesinde Türkiye işte malum 1960 Garanti Anlaşması çerçevesinde oraya askeri çıkarmak durumunda kalmıştır.
F. S.: Şimdi 1571’de Osmanlı hakimiyeti sağlandığını biliyoruz. Yaklaşık 300 yıllık bir Osmanlı hakimiyetinden sonra -demin değindiniz- İngiltere kiralıyor bir formülle, ‘adaya’ çıkıyor. Sonra ilhak ediyor. Sonra işte Garanti Anlaşması falan, yani şuraya getirmek istiyorum: Kıbrıs tarihi ile ilgili önemli aşamalara şöyle bir değinirsek nelerden söz edebiliriz, hangi kırılma noktalarından ve tarihi aşamalardan söz edebiliriz?
M. B.: Tabi ki. Şimdi bir kere eski antik tarihe bakarsak, eski antik tarihte Yunanistan ve Ortadoğu arasındaki Roma medeniyeti, Roma-Yunan-Ortadoğu bağlantısı üzerindeki geçit yoludur. Yani Haçlılardan tutun da işte Cenevizlere, deniz güçleri olan Venediklere ve diğer güçlere, Latin güçlerine ev sahipliği yapmış. Zaman zaman oralarda bunlar konaklamışlar ve buradan esas hedef olan Kudüs’ü almak için mücadele vermişler. Şimdi bu mücadelelerinin sahnesi altındadır. Ayrıca Kıbrıs’ı hepimizin bildiği gibi 1571’de Türklerin eline geçtikten sonra, bir müddet sonra Krilepanto denilen yani bizim İnebahtı dediğimiz bir alan, Batılıların, Batılı güçlerin veya Akdeniz’in kuzeyindeki güçlerin daha doğrusu, övünçle kendileri bakımından işte Osmanlı donanmasını yok ettiklerini, dolayısıyla egemenliğin tekrar sağlandığını ileri sürdükleri bir tarihtir. Fakat şunu diyeyim; aslında Kıbrıs ana toprağı Türklerin eline geçtikten sonra bir daha 1877–78 Osmanlı Savaşı’na kadar olan 300 yılık dönemde hiçbir şekilde Batı’nın işgaline uğramamış. Yani 300 yıl mutlak Osmanlı egemenliğinde kalmış. Şimdi orada daha evvel ki tarihlere de bir daha dönüş yaparsak, o zaman şu çıkıyor ortaya: Araplar gelmiş yerleşmiş. Arap egemenliği olmuş orada, Bizans egemenliği olmuş. Yani çok çeşitli egemenler var. Şimdi bugün de bu önemini ticari ekonomik anlamda yine koruyor. Mesela Kıbrıs’ın Ofşor alanında petrol ve doğalgaz aramaları yapılıyor. Ve muhtemelen var. Bu enerji kaynaklarına da sahip olduğu anlaşılıyor Ofşor alanında. Burada Kıbrıs sorunu çözülmemiş olduğu için Türkiye’nin kabul edemeyeceği bazı araştırmalar yapılıyor. Ve komşu ülkeleriyle yani denizaşırı komşularıyla Kıbrıs Rum kesiminin yaptığı bazı anlaşmalar var. Bunlar gerçekten rahatsız edici anlaşmalar. Çünkü Türkiye’nin o bölgedeki kıta sahanlığı veya KKTC’nin kıta sahanlığı üzerinde bu gibi egemenlik haklarının tartışmalı olduğu alanlarda, sanki kendi egemenlik alanlarıymış gibi anlaşmalar yaparak KKTC’nin sırtından, bu gibi avantajlar sağlamaya çalışıyorlar. Bu kabul edilemez bir durumdur.
F. S.: 1914’te İngiltere ilhak ediyor değil mi efendim?
M. B.: İlhak değil, ilhak ediyor ama sonra. O birinci dünya savaşından sonra: çünkü birinci dünya savaşında aslında esas sahibine yani bize iade etmesi gerekirdi. Ama I. Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere olduğu için Osmanlı devleti yenik düştüğü için Kıbrıs üzerindeki egemenlik kapılarını bütünüyle kaybetti.
F. S.: Lozan’da bir gündem midir?
M. B.: Hayır, Lozan’da gündeme alınmadı.
F. S.: Sonra II. Dünya Savaşı yıllarında yeni bir süreç başlıyor Kıbrıs’ta. Oradaki Türk topluluklarının, cemaatlerinin örgütlenmesi falan…
M. B.: II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra değil o, aslında Kıbrıslı Rumların örgütlenmesi daha önceye geliyor. Daha önce başlıyor. Türkler bir bakıma reaksiyon olarak örgütlenmeye başlıyorlar. Kıbrıslı Rumları örgütlemeye çalışan da aslında, Yunanistan’daki radikal kesimler. Gerek sağ gerek sol kesimler, şimdi bunlardan bir tanesi Makarios’un yönetimindeki Kıbrıs, yani daha ziyade sol kesimler. Makarios’un yönetimindeki bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını kullanmak, bu şekilde bağlantısızlar hareketiyle bağlantı kurarak bağlantısızların tam desteğini aldılar. Ki, BM ve Güvenlik Konseyi’nde bu destekleri sağlamak için uğraşıyorlar. Ve Doğu Bloğuyla da Batı Bloğuyla da Makarios’un şahsiyeti ve karizması nedeniyle destek sağlıyorlar. Fakat sağ kanat Rumlar da EOKA teşkilatı üzerinden aşırı milliyetçi bir teşkilat, onun Yunanistan ile ilhak, enosis dediğimiz olay… Onun için uğraşıyor. Bu iki sağ ve sol Yunan kuruluşları, asıl Rum kuruluşları birbirleriyle de savaşıyorlar. Ve birbirilerini de öldürüyorlar. Ama Türklerin mevziye girmeleri bu Rum kuruluşlarının ikisinin de Türklerden önce İngilizleri hedef alıp bağımsızlık elde etmek ondan sonra Türklerin hakkından gelmek şeklinde bir iddiaları var. Dolayısıyla Türklere karşı Türklerin o sırada İngiliz koloni servisinin hizmetinde Türk ve Rum asıllı soydaşlarımız bulunduğu için onlar bulunduğu için onlardan Türklere karşı, Türk polisi mesela Türk asker jandarma yahut İngiliz üniformalı veya İngiliz bürolarında çalışan Türkler nedeniyle Türkleri de hedef almaya başlıyorlar. Bu Türkleri tahrik ediyor. Ve Türkler de tabiatıyla mücadele teşkilatlarını kuruyorlar.
F. S.: Türkiye’yi askeri müdahaleye götüren şartlar, Türkiye hangi gerekçelerle adaya asker çıkardı?
M. B.: 1974 öncesine gittiğimiz zaman 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonraki aşamaların da ilk iki, üç sene içinde bunun aşındırılmaya ve 7/3 oranı bozularak Rumlar lehine kullanılmak istendiğini görüyoruz. Şimdi Makarios yönetimi oradaki Türklerin haklarını gasp etmek ve oradaki Türklerin yönetimden uzaklaştırmak için her türlü politikayı çevirdi. Bu arada parlamentodaki Türk milletvekilleri, kabinedeki Türk bakanlar tabiri caizse münasip bir şekilde görevlerinden kovuldular. Ve bunlar Türkler yönetimin dışında karar merciinin dışında kalınca Makarios anayasayı da gereksiz derecede Türklere taviz veren bir anayasa diye kabul ediyordu. Çatışmalar başladı. Ve toplumlararası çatışmalarda Türkler izole edilerek küçük cepler halinde sarıldılar. Ve bu sarılan gruplara EOKA tethişçileri veya artık terörist diyelim bunlara aslında. Belki teröriste çok uygun oluyor. Çünkü şiddet yoluyla siyasi amaç elde etmek, bu yolla Türkleri sindirmek ve tamamen dışlamak istediler. Hatta kaçabilenleri kaçsın diye zorladılar. Ama bu süreç “Kanlı Noel Olayı”na yol açtı. 1963-64 yılbaşı. Bu yılbaşı gerçekten bir dönüm noktası oldu. Ve Türklerin mücadele gücünü azmini artırdı. Türkler mücadele kararında 1963 ile 1974 yılları arasında mücadeleye kadar olan dönemde dişlerini sıkarak kendilerini sadece kimliklerini korumak ve bütünlüklerini korumak için çaba gösterdiler. Ve Türkiye’den ciddi bir yardım o sırada göremediler. Fakat 1974’e gelindiğinde iş tamamen değişti, çığırından çıktı. Çünkü Atina’daki Yunan cuntası açıkça Kıbrıs’a müdahale ederek oraya Nikosamson aslında ismi duyulmamış bir sergüzeşti, bir maceracıyı, Makariosu devirerek Cumhurbaşkanı ilan etti. Ve kendi aralarında da çatışma çıktı. Ve Makarios adayı terk etmek durumunda kaldı. Şimdi bu durumda Türkiye’nin önünde seçenek pek kalmıyordu. Yani Türkiye ya müdahale edecekti bütün gücüyle, ya da boyun eğecekti.
F. S.: Belki Türkler kendi kaderlerine terk edilecekti…
M. B.: Böyle bir şey tabi yapmak mümkün değildi. Onun için o zamanki Türk hükümeti çok ciddi bir karar alarak varını yoğunu ortaya koydu. Ve büyük güçlüklere rağmen adaya iki aşamalı bir müdahalede bulundu. Ve ülkenin Kıbrıslı Türklere güvenli bir alan yaratma amaçlı olarak kuzey bölümünü işgal etti. Yeşil Akdeniz kısmını işgal etti.
F. S.: Şimdi 1983’ten sonraki aşamaya yani 1974’ten sonraki süreçte bütün müzakereler, görüşmeler, barış çabaları, anlaşmalar, çözüm çabaları bir sonuca ulaşmadı ki, bağımsız devlet kurulması yolu açıldı. Bağımsızlık ilanına giden yol, bunun gerekçeleri nelerdir? Türkiye niye böyle bir bağımsız devlet istedi?
M. B.: Şimdi şöyle düşünebiliriz. Evvela kritik bir BM Güvenlik Konseyi kararı çıktı. Bu Türk tarafının bağımsızlığının tanınmamasının zemini oluşturan bir karardır. 1964’te alınmış olan bu kritik karardan sonra her zaman Türkiye’nin aleyhinde bir argüman olarak, bir temel olarak kullanıldı. Maalesef o karardan sonra 1974’deki acı olaylara rağmen hep o karar Türk tarafının önüne çıkarılarak, maalesef Türk tarafının tanınmasını engelleyen bir çengel olarak kullanıldı. Halbuki uluslararası toplumun için başta daha sonra değineceğimizi tahmin ediyorum, İslam dünyası ve soydaş toplumlar arasında Kıbrıs’a bir sempati vardı. Ve zaten Kıbrıslı Türklerin çektikleri travmatik gelişmeler onları da yaralayan gelişmelerdi. O bakımdan oradaki o sempati bu BM kararı ve uluslararası baskı nedeniyle uygulanamadı. Bu Kıbrıs sorununu bir bakıma dost ve kardeş toplulukların dikkatinden kaçırmaya yöneltti. Ve o topluluklar kalplerine ve bağırlarına taş basarak Kıbrıslı kardeşlerinin akıbetine yardımcı olamadılar. Bu konularda aslında söylenecek çok şey var. Fakat ben şunu söyleyeyim: 1963-1974’e kadar olan gelişmeler aslında çok kritik gelişmelerdir. O kritik gelişmeler olmasaydı belki Kıbrıs sorunu daha başka bir sürece girerdi. Şimdi özellikle o kritik, öldürücü karar diyeyim yani Güvenlik Konseyi’ndeki yanlış karar, yanlış ve meşruiyeti kolay kolay tartışılabilecek karar. Çünkü o karar aslında iki toplumlu devletin varlığı göz ardı edilerek alınmış bir karardır.
F.S.: Çözümü aslında tıkayan bir karardır.
M.B.: Tabii tıkayan karardır. Çünkü tek yönlü, tek taraflı olarak Kıbrıslı Rumların avantajı olarak kullanılan bir karardır. Şimdi bu karar aynı zamanda Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs’ı tek temsil eden taraf olduğu iddiasına dayanıyor. Bu iddia Avrupa Birliği tarafından benimsenince bütün parametreler Kıbrıslı Rumların lehine çalışmaya başlıyor. Bu durumu aşmak mümkün mü? Mümkün. Yani ben şahsen çözüm yolu olarak Türkiye’nin sıkı durmasında buluyorum bu çözümü…
F.S.: Demin değindiniz ama biraz açalım istiyorum. Bu konuyla ilgili sohbetlerde de dile getirilir. İslam ülkeleri, Türk cumhuriyetleri, diğer dost kardeş ülkeler Kıbrısı tanımadılar, Türkiye’ye destek olmadılar… Bunu engelleyen nedir?
M.B.: Efendim ben kısaca şöyle ifade edeyim bunu: Bizim Türkiye’deki iç politika gelişmelerinde “mahalle baskısı” diye bir şey kullanılıyor. Mahalle baskısını uluslararası çapa çıkartın mahalle baskısı bu kardeş toplulukların bize ilgiyi gösterememelerinin nedenini teşkil ediyor.
F.S.: Uluslararası toplumun baskısı mı diyorsunuz?
M.B.: Uluslararası toplum dediğimiz zaman anonim bir kelime, uluslararası toplum aynı zamanda İslam ülkelerinin de bir parçası.
Şimdi tabiatıyla AB’ye Kıbrıs Rum kesiminin haksız olarak girmiş olması, hatta gayrı meşru olarak AB ilkeleri zedelenerek alınmış olması, bir yerde mahalle baskısını AB’nin kendi içerisinde de hissetmesine neden oldu. Çok enteresandır, mesela kapalı kapılar ardında AB’li muhataplarımızla görüştüğümüz zaman ‘Kıbrıs’ta haklısınız ama biz onları tutuyoruz’ diyorlar. Bu da açıkça onların da bir ikilemde kaldıklarını ve ne yapacaklarını bilemediklerini ama yasalara baktıkları zaman, uluslararası yasaların zeminini teşkil eden BM Güvenlik Konseyi kararları ve başka anlaşmalar… Başka anlaşmalar arasında maalesef bir tefrik yaparak üstelik bir çifte standart örneğine rastlıyoruz. Çünkü orta da bir Garanti Anlaşması var. Ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmaları, Londra-Zürih Anlaşmaları var. Şimdi bunları ısrarla gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Meşruiyetini tartışıyor musunuz diye sorduğunuz zaman ‘meşrudur’ diyorlar. Bir şey diyemiyorlar. Yani bunlar yoktur farz edemiyorlar. Ama göz ardı ederek sanki yokmuş gibi davranıyorlar.
F.S.: Peki gelinen noktada Türkiye’nin Kıbrıs politikasında ana esasları, öncelikleri nedir?
M.B.: Şimdi onu Mensur Bey gayet güzel bir çerçeve çizdi. O çerçeve üzerinde gidiyor zaten olay, o yolda ilerliyor. Yani bunun sonu eğer Kıbrıslı Rumlar adanın bütününü ben yöneteceğim Türklerde azınlık olacak mantığından vazgeçmezlerse ada bölünecek ve ilelebet bölünecek. Bunu artık anlamları gerekiyor. İlelebet bölünmeye AB karşı çıksa da bölünecek. Yani AB’nin karşı çıkması bir şey ifade etmeyecek. Olsa olsa Türkiye – AB sürecine gereksiz yere zarar vermiş olacak. Ve bu süreçten zararlı çıkan sadece Türkiye olmayacak. Onlar da zararlı çıkacak. Bu doğru mu yanlış mı, bir yerde top onların elindedir.
F.S.: Yani Türkiye’nin pozisyonu belli aşağı yukarı öyle değil mi, net yani? Uluslararası müzakerelerde konulan ilkeler, talep edilen hususlar…
M.B.: Türkiye sırtını duvara dayadı. Yani verebileceği bir taviz yok Türkiye’nin, belki son taviz olarak istedikleri, Mensur Beyle ufak bir görüş ayrılığımız olabilir. Mensur Bey diyor ki kendi gerekçileriyle, Türkiye diyor liman ve havaalanlarını açarsa Rumlara çok fazla bir zarara uğramaz. Yani Rumlar bundan çok kazançlı çıkmazlar. Ve ona rağmen sorun yine çözümsüzlüğe itilebilir diyor. Şimdi ben biraz bu görüşte değilim. Çünkü şimdi verecek başka bir şey yok. Bir tek yani Kıbrıs Rum bandıralı gemilere limanlarımızı açmak kalıyor. Ondan sonra istenecek bir şey yok. Ama ondan sonra Kıbrıs’ın bütününü istiyor adam. Diyor ki yani ben yöneteceğim Kıbrıs’ı diyor. Yani siz diyor bir azınlıksınız. Azınlık haklarına sahipsiniz diyor. Burada o kadar büyük bir çifte standart var ki; şimdi gene bakın Kosova zikredildi. Kosova’yı tanıdık, AB’nin yarısından çoğu tanıdı. Tanımayanlar da belli nedenlerden dolayı tanımadı. Mesela Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan belli nedenlerle tanımadı. Onun dışındaki ülkelerde bölünmeye karşı oldukları için tanımadılar. Şimdi ben daha başka bir örnek getireyim. Karadağ örneği getireyim. Montenegro örneği, şimdi montenegro denilen yer Sırbistan ile kardeş hiçbir farkı yok. Karadağlılar Sırpça konuşuyor. Ortodoks Hıristiyan, dinleri, dilleri aynı, kültürleri aynı yani hepsi Sırp aslında ama Karadağ’daki 600 bin kişi bir referandumda biz ayrılmak istiyoruz dediler. Muhtemelen ideolojik veya belli başka nedenlerle ve Sırbistan deniz kıyılarından da mahrum ederek ikinci bir Sırbistan Karadağlı montenegro adını alan bir şey kurdular. Bizim dost bir ülkemiz. Yani biz orada büyükelçilik açtık. Karadağ ile ilişki kurmaktan mutluyuz. O ayrı bir konu ama Karadağ’ı AB hemen tanıdı. Şimdi bir ülkeyi düşünün ki, milliyeti etnisitesi ve dini her şeyi aynı bunun bölünmesine razı oluyorsunuz. Taban tabana zıt iki tane toplumdan bir tanesi öbürünün emrine sokmaya ve birleştirmeye çalışıyorsunuz. Bunun mantığı yok tabi. Orada bir çifte standart çok açık yani Karadağ örneği Kosova’dan da çarpıcı bir örnek oluyor.
F.S.: Türkiye-AB ilişkileri ne zaman ele alınsa son dönemdeki işte müzakerenin kapatılmaması falan sorununa bağlanıyor. Normalde çifte standart dediniz ya burada ayrı bir çelişki durumu ortaya çıkarmıyor mu? Çünkü Türkiye-AB ilişkilerinin kendi mecrasında yürümesi gerekirken ilişkilendiriliyor. Ve Türkiye’nin önüne sürekli engel haline dönüşüyor.
M.B.: Şimdi orada başka hesaplar var. Yani şöyle AB’nin telaffuz edemediği bazı hesaplar var. AB, Türkiye’yi hazmedemeyecek büyüklükte görüyor. Ve bu büyüklüğün içinde mesela Avrupa’daki dengeleri değiştirebilecek bir Türkiye’nin üyeliğini farz ettiğiniz zaman şu oluyor: Seçimlerde Avrupa Parlamentosuna seçilecek olan Türk parlamenterlerinin sayısı nüfus orantısı dolayısıyla Almanya’nın hemen altında ikinci büyük kitleyi oluşturuyor. Bu karar mekanizmasını çok ciddi bir şekilde etkileyecek olan bir büyüklüktür. Bir kere bu telaffuz edilemiyor. Buna açıkça hayır demek yahut reddetmek prensiplerini inkar olacağından bu söylenemiyor. Bir takım bahaneler bulmak lazım Türkiye’yi uzakta tutmak için. Yani şimdi Türkiye’yi karar mekanizmalarına, yani odanın içine alarak görüşlerini aynen yansıtmak AB kararlarına, son derece ağır geliyor. Hazmedemiyorlar.
F.S.: Bu Wikeleakste yansıdı sanki değil mi efendim. Bu sebeple alınamayacak ama söylenemiyor…
M.B.: Evet söylenemeyen sebeplerden bir tanesi bu. Şimdi bunların arkasına saklanabilmek için bir takım gerekçeler gerekiyor. Bu gerekçelerden bir tanesi Kıbrıs; Kıbrıs Mensur beyin dediği gibi bir engel doğru ama engel olmasını onlar yaptığı için engel yani onlar engel yapıyor.
F.S.: Peki bu Merkel’in son ziyaretini ve Türkiye ile ilgili açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.B.: Şimdi orada şöyle bir şey söylemek lazım: Merkel başından beri Türk karşıtı bir lider olduğu için başından beri söylüyor. Saklamıyor. Türkiye’nin AB sürecinde karşısında olan bir liderdir. Her ne kadar bizimle arasındaki uvertür niteliğinde ilişkilerin sağlam tutulması açısından müzakereler yapıldıysa da ve geliş gidişler itimat güven ortamını oluşturmak için çabalar gösterildiyse de bu çabalar Merkel’den ziyade bizim tarafımızdan gösterildi. Merkel aslında yüzündeki o tebessümü ve protokoler görüşünün arkasındaki esas görüşlerini zaman zaman söylüyor. Bu konu da Sarkozy daha da dobra konuşuyor. Ama Merkel’de sözünü esirgemiyor. Ama Merkel’in şöyle bir çelişkisi var. Bu Annan planının reddedilmesinden hemen sonra AB hemen bir takım sesler yükseldi. Bunlardan bir tanesi de genişlemeden sorumlu olan bakan rütbesindeki kişidir. Onun sözleriyle Merkel’in sözlerinde açık bir çelişki var. Merkel o zamanki ifade şuydu: yani Rumları almakla hata ettik diyorlardı. Şimdi Merkel yani bunu yalanlayan bir davranış içine giriyor. Ve diğer Rum tarafı adeta tamamen barış elini uzatmış da Türk tarafı reddediyor havası veriyor. Öyle bir şey yok ve olmadığı da çok açıktır.
F.S.: Efendim çok teşekkür ederiz programımıza katıldığınız için…
M.B.: Ben teşekkür ederim.