Dünü ve Bugünü ile Avrasyacılık
Dünü ve Bugünü ile Avrasyacılık, (Prof. Dr. Aleksandr DUGİN – Moskova Devlet Üniversitesi, Yeni Avrasyacılık Hareketi Lideri), 29 Aralık 2012.
Fahri Solak: Osmanlı Devleti ile Rusya İmparatorluğu’nun modernleşme süreçleri arasında zaman zaman karsılaştırmalar yapılır. 18. Yüzyıldan itibaren başlayan modernleşme sürecinde, iki toplum arasındaki benzerlik ya da farklılıklar nelerdir, bu tartışma ile ilgili değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Aleksandr Dugin: 19. Yüz yılın büyük Rus filozofu Konstantin Leontiyev – aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunda Rusya’nın İstanbul Konsolosuydu – eserlerinde hep Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğunun benzerliklerini vurguluyordu. Şöyle yazmıştı: Bu iki devlet geleneksel toplumlardır, dindar ve muhafazakar toplumlardır, ahlaklı toplumlardır. Aynı zamanda kendi topraklarında birçok milleti, kültürü, etnik grubu barındıran devletlerdir. Osmanlı’daki millet kavramı ile Rusya’daki zemstvo kavramı hemen hemen aynı sosyal yapıyı gösteriyor.
Bu çok ulus, millet, din ve kültürden oluşan yapıyı Konstantin Leontiyev “muhteşem komplekslik” olarak adlandırıyordu ve Türkiye ile Rusya, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğunun hep yanyana, birbirini destekleyerek yürümeleri gerektiğini savunuyordu. Çünkü sosyolojik açıdan bu iki devlet birbirine çok benziyordu. Bu iki devlet hem gelenekseldi ama aynı zamanda sürekli modernleşen devletlerdi. İkisi de doğu ülkesiydi, ama aynı zamanda ikisi de batı ülkesiydi. Rusya’ya bakarsanız Hıristiyandı, ama aynı zamanda çok sayıda Müslüman da yaşıyordu Rusya Imparatoluğunda. Osmanlıya gelince Osmanlı İmparatorluğu İslam topraklarıydı, ama aynı zamanda çok sayıda Hıristiyan da yaşıyordu Osmanlı’da. Rusya’da ağırlıklı olarak Slav etnosu vardı, fakat Türk etnosu da çok güçlü ve çok sayıdaydı. Osmanlı’da ise temeli oluşturan Türk etnosuydu, fakat Slav etnosu da hayli büyüktü.
Ayrıca bu iki imparatorluk Avrasya imparatorluklarıydı, çok spesifik, özel devletlerdi. Konstantin Leontiyev, Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğu arasında mutlaka bir etkileşim, bir birlik, bir işbirliği olması gerektiğini savunuyordu. Leontiev’in bu tutumu aslında Rusya için cok zıttı, çünkü Slavcı gruplar, yani o dönemin milliyetçi güçleri, bu tutumu çok eleştiriyorlardı. İşin ilginç tarafı Konstantin Leontiyev’in kendisi de büyük bir Slavofil ve muhafazakardı ve aynı zamanda Avrasyacılığın elçisi ve habercisiydi.
F. S. Avrasyacılık demişken, Avrasyacılık kökü çok eskilere giden bir yaklaşım. Tarihi Avrasyacılık ile, güncel yada Yeni Avrasyacılık arasındaki benzerlik, süreklilik ya da farklılıklar nelerdir?
A. D. Avrasyacılık derken aslında farklı kavramlar var ortada. Üç avrasyacılığı ayırt edebiliriz. Birincisi, daha önce bahsettigim Osmanlı’da ve Rusya İmparatorlugunda hakim olan avrasyacılık fikri, yani Batılı ve Doğulu unsurların, Türk ve Slav etnoslarının karışımını kastediyoruz ve bir de önemli bir unsur var: Turan. Çünkü Turan – Türklerin anavatanı ve Türkler Osmanlı İmparatorluğuna Avrasya bozkırlarından geldiler. Aynı bozkırlarda, aynı Turan’da Rusya İmparatoluğu da yayılmıştı. Turan kavramı, yani göçebelik ile yerleşik olan kavimlerin karışımı, hayvancılıkla yanyana olan çiftçilik yeni birçok medeniyet oluşturdu, hepsi de Avrasya medeniyetleriydi. İşte bu tarihi avrasyacılığı aslında Turan Birliği olarak adlandırabiliriz. Tarihi süreç olarak Turan Birliği en çok Cengiz Han döneminde yaşandı. Ama Göktürklerin ordusu Cengiz Han’dan çok önceden vardı ve Göktürklerin kurduğu devletlerin sayısı çok fazlaydı. Orta Asya’yadaki devletlere bakın, Hazar Hanlığına bakın, hepsi çok güçlü devletlerdi. Yani Turan’ın çok aşaması vardı ve bütün bu aşamalar avrasyalıydı.
İkinci Avrasyacılık ise felsefe akımıydı. Yine Rus felsefecilerin dünyaya duyurdukları bir sistemdi. XX. yüzyılın 20-30’lu yıllarında oluşan bir akım, komunist devriminden sonra Rusya’yı terk eden fikir adamlardan oluşan bir akımdı. Klasik Avrasyacılık akımı denilir onlara – Professör Trubetskoy, Savitskiy, Alekseev, Bromberg, Har-Davan. Bunlar slavofillerin ve özellikle Konstantin Leontiyev’in fikirlerine dayanıyorlardı ve onun fikirlerini geliştirerek kendi ekolleri Avrasyacılığı ve onun ana modellerini oluşturdular. Buna göre:
– Rusya, batı ülkesi degildir, doğu ülkesi de değildir, ama Avrasyalı, çok özel, eşsiz bir medeniyettir,
– Rusya, sıradan devlet değildir, Batı ve Doğu özelliklerinden şekillenen çok özel bir medeniyet alanıdır,
– Batı hegemonyası ve Batı değerlerinin hegemonyasının eleştirilmesinin gerektiğini savunuyorlardı, yani sadece Avrupa ve Batı medeniyetinin ve Batı değerlerinin olmadığını, daha geniş değerler sistemleri olduğunu ileri sürüyorlardı.
– Devletin gelişiminde muhafazakar temeller ile modernleşme arasında orta bir yol tutulması gerektiğini savunuyorlardı. Tabii ki dini temel geleneklerin de mufahaza edilmesi gerektigini savunuyorlardı, her şeyden önce Rusya’daki Ortodoksluğu,
– Aynı zamanda Rusya’nın polietnik, yani çok milletli yapısını muhafaza etmesi gerektiğini savunuyorlardı,
– Rusya tarihinde ilk defa – bütün Rus muhafazakarlar açısından da bu çok önemli bir konu, Doğu’nun, yani Tatarların, Moğolların ve Türklerin, Rus tarihine olumlu katkı sağladıklarını savunuyorlardı. Türklerin ve Moğolların Ruslara devlet olmayı, kültürel birçok unsuru aşıladıklarını savunuyorlardı. İşte Avrasyacılığın özelliği buydu. Bu avrasyacılığın son temsilcisi ise Rus tarihçi ve bilim adamı, 1992 yılında vefat eden Lev Gumilev idi. Kendisi tek Sovyet avrasyacısıydı ve son avrasyacıydı, diğerleri SSCB dışında yaşıyorlardı. İşte bu ikinci avrasyacılıktır.
Üçüncü avrasyacılık ise, ki bazen neo-avrasyacılık olarak adlandırılır, 1980’li yıllarda benim kurduğum ve önderliğini yaptığım akımdır. Bu akım eski, tarihi Avrasyacılığa bir felsefi dönüştür ama yeni unsurlarla zenginleştirilen, mesela jeopolitik kavramıyla genişletilen bir dönüştür. Çünkü daha önce jeopolotik konulardan çok az bahsediliyordu 1920-30’lu yıllarındaki Avrasyacılıkta. Savitskiy’in bazı çalışmaları vardı, ama onlar makalelerdi. Ben ise Avrasya Jeopolotik Ekolünü kurdum ve Türkçe’ye de çevrilmiş olan “Jeopolitiğin Temelleri” adlı kitabımda bu kavramı çok ciddi, bilimsel olarak araştırdım. Avrasyacılıkla ilgili diğer çalışmalarım Türkçeye çevirildi. Dolayısıyla sanırım Türk entellektüel çevreleri, kitaplarımda Türkiye aydınları Avrasya Jeopolitiği konusunu muhakkak okumuşlardır.
Neo-avrasyacılığın ikinci yeni unsuru ise, dine olan yeni yaklaşımdır. Biz dini geçmiş, eski bir kategori olarak görmüyoruz, aksine geleneksel ve muhakkak korunması gereken bir yaşam şekli olduğunu savunuyoruz. Rene Guenon’un “Doğu ve Batı” kitabını mutlaka okumuşsunuzdur, biz Genon’un fikirlerini geliştirdik, Rusça’ya tüm eserlerini çevirttik. İşte geleneksellik – neo avrasyacılığın bir başka temel unsurudur.
Üçüncü yeni temel ise, Batı’nın eleştirisi, hatta Batı`dan ziyade Amerika ve Amerikan emperializminin eleştirileridir. Neo-avrasyacı yaklaşıma göre, Amerikan emperyalizmi tüm insanlık için büyük bir tehlike oluşturuyor. Amerikan emperyalizmi Avrasya insanları ve tüm insanlığı kendi has yaşam modellerini, sosyal modellerini oluşturmaktan men ediyor, engel oluyor ve kendi hegemonyası altında insanlığı kendi hizmetçisi olarak tutuyor ve sadece kendi standartlarına göre, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorluyor. Avrasya ülkelerinin kendi politikalarını kurmalarına ve sürdürmelerine kesinlikle karşı cıkıyor. Neo-avrasyacılık, Amerika’yı Batı’nın sömürge ve saldırgan emperializminin, hegemonyasının kilit ülkesi olarak değerlendiriliyor.
Neo-avrasyacılığın bir yeni temeli de, yeni siyasi stratejilerin değerlendirilmesidir. Hızla değişen bir dünyada yaşıyoruz, yeni ekonomik güçler ortaya çıkıyor, yeni teknolojik atılımlar meydana geldi. Liberal ideolojinin krizi yaşanıyor, milliyetçilik ve komunizm ideolojilerinin de krizi ve çöküşleri ortada. Yani yeni dönemin tüm ideolojileri artık çökme aşamasındalar. Dolayısıyla neo-avrasyacılar yeni, dördüncü bir siyasi teori üzerinde çalışmalarını yürütüyorlar. Bu kitap henüz Türkçeye çevrilmedi, kısa bir süre önce yayınladı. Ama yeni çıkmasına rağmen Farsça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Portekizce, İspanyolca ve Sırpçaya çevirildi, Lehçe, Hırvatça da yayınlanacak. Bahsettiğim bu yeni siyasi teori bir yandan eski Osmanlı avrasyacılığının devamı, yani atalarımızın temel fikirlerini geliştiriyoruz. Kadim Turan fikrini geliştiriyoruz.
XX. Yüzyılın başında gelişen avrasyacılığın geleneğini de aldık, ama aynı zamanda yeni çağın çağrılarını da neo-avrasyacılık temelinde değerlendiriyoruz. Artık avrasyacılık sadece Rusya’ya has bir teori olmaktan çıktı, avrasyacılık fikri artık Kazakistan’da da var, Tataristan’da da, Türkiye’de de, İtalya’da da var ve hatta Güney Amerika’da bile var ideolojik avrasyacılar. Avrasyacılık artık evrensel bir kavram, evrensel bir ideoloji aşamasına geldi. Batı daima tek kutuplu bir dünya modelini savunuyor. Avrasyacılık ise çok kutuplu dünya ve milletlerin, medeniyetlerin Leontiyev’in “muhteşem kompleksliği”ni savunuyor. Dolayısıyla neo-avrasyacılık yavaş yavaş çok özel, temelli ve evrensel siyasi, felsefi ve jeopolotik bir ekol, bir ideoloji oldu diyebiliriz. Neo-avrasyacılık jeopolitikte kara ile okyanusun yeni güç dengesini, talassokrati ile tellurokrati yeni dengesini, yeni boyutunu kuracak.
Yavaş yavaş neo-avrasyacılığın Rusya’nın resmi politikası ve sadece Rusya’nın değil, mesela Kazakistan’ın da resmi politikası olmaya başladığını görüyoruz. Hatta Türkiye’nin de çok ciddi, köklü güçlerinin ideolojisi haline gelmeye başladı diyebilirim. Neo-avrasyacılığın teoriden pratik bir ideoloji haline geldiğini görüyoruz. Sayın Vladimir Putin’in, Avrasya Birliği’nin kurulmasını Rusya politikasının öncelikli hedeflerinden biri olarak beyan etmesini, Avrasyacılığın Rusya gibi dev bir gücün pratik politikası haline gelmesi olarak değerlendirebiliriz.
— Tam bu noktada, Avrasyacılık görüşünün genelde eleştirilen yönlerinden biri, bu kavramın çok teorik, çok kuramsal olduğu şeklindedir. Bu bağlamda Putin’in Avrasya Birliği ya da Avrasya Ekonomik Birliği projesi, ne ölçüde Avrasyacılığın pratik uygulaması olarak değerlendirilebilir?
— Aslında tüm fikirler başlangıçta, yani ortaya ilk çıktığı zaman hep kuramsal, çok teoriktir. Filozof kim ki? Felsefeci, siyasi felsefeci – hayatın dogmatik ilerlemesini tarafsız olarak izleyen ve analiz eden kişidir. Dünya hayatının günlük koşturmasında genelde hiç görünmeyen, saklı kalan süreçleri izleyen kişidir. İnsanların görmediği ama 100 sene sonra tarihe genel bir bakış attığınız zaman hemen görebileceğiniz olayların doğuşunu ve başlangıcını izleyen, analiz eden kişidir filozof. Mesela, bir olay ile karşılaştığınız zaman o olayın tarih için ne önem taşıdığını anlayamıyoruz, ama o olaydan biraz uzaklaşırsanız anlamını çok daha net görebiliyorsunuz, tarihin mantığını görebiliyorsunuz. Büyük olaylar, büyük değişmeler sadece uzaktan, belli bir mesafeden net gözükür.
Her tarihçi tarihin bir tasarımcısı, yaratıcısı olduğunu size çok kolay ispat edebilir. Hegel bu tasarımı “Dünya bilincin oyunu” olarak adlandırırdı. Fransız filozofu Jean Parulesku dogmatik hayatın akışı olarak adlandırırdı. İşte avrasyacılık, bu dogmatik hayatın akışına çok uyumlu bir şekilde girdi ve akmaya devam ediyor. Avrasyacılık sadece kuru bir teori değil, tarihi mantığı kavrama ve analiz etme yoludur. Bu mantık günlük düşünen insanlardan, günlük düşünen, birçok ayrıntı ile mücadele etmek zorunda kalan ve bu ayrıntılardan dolayı asıl sorunu göremeyen siyasetçilerden saklıdır. Bu açıdan benim fikrim, Avrasyacılık evet bir teoridir ama eski Yunan anlamındaki teori, yani gerçeği izleme, kavrama ve analiz etme anlamında bir teoridir. Fikirler aslında madde’den çok daha gerçekçidir. Avrasyacılık fikirleri de şu an yaşadığımız tarihi gelişmelerden çok daha gerçekçidir. Çünkü avrasyacılık fikirleri uzun vadelidir, ebedi bile diyebiliriz ama günlük hayatımız çok kısa, geçici, fanidir.
Avrasyacılığın pratik uygulaması deyince de, bence bu çok pratik bir teoridir. Birincisi: avrasyacılık – çok kutuplu dünya teorisidir. Yani avrasyacılık Güney Amerika’yı da, İslam Dünyasını da, Hindistan, İran ve Çin’i de kapsar. Avrasyacılık ve çok kutuplu dünya eşanlamlı, sinonim kavramlardır. Dolayısıyla Avrasyacılık bugün tüm dünyayı çok yakından ilgilendirir. BRIC, mesela, Avrasyacılığın mükemmel bir örneğidir. Şimdi daha pratik örnekler vereyim. Avrasya Ekonomik Birliği var. Bu birlik SSCB sonrası oluşan ülkelerin entegrasyon modelidir. Bakın, gümrük birliği, ki bu çok ciddi bir birlik ve de yeni kurulan Avrasya Komisyonu, mesela. Avrasya Komisyonu birkaç ülkede milli ve devlet makamlarının üstünde yetkilere sahiptir. Yani biz şu an SSCB sonrası ülkelerin bir entegrasyon sürecini izliyoruz, Avrupa Birliği benzeri bir entegrasyon sürecinin şahitleriyiz. Bu durum avrasyacılığın ikinci aşamasıdır. Pratik – Uygulamalı avrasyacılığın üçüncü aşaması ise Sayın Vladimir Putin’in beyan ettiği Avrasya Birliğine davettir. Bu örneği çok yerinde sordunuz. Çünkü bu proje Rusya dış politikasının öncelikli konusudur. Bu teori Rusya gibi güçlü bir ülkenin dış politikası haline geldiyse artık kuru teori olarak algılanamaz. Avrasyacılığın bir başka yönünden de bahsetmek istiyorum.
Türkiye bugün dünya tarihinde kendi kimliğini, kendi rolünü arıyor: Avrupa ülkesi miyiz? İslam ülkesi miyiz? Doğu ülkesi miyiz? Bize göre, Türkiye’de şu an hiç kimse bu sorulara net cevap veremez. Zaten bu sorulara bence tek ve net cevap vermek de imkansızdır. Çünkü Türkiye’de avrupalılık unsurlarını görebilir miyiz? Evet, tabii ki çok net görebiliriz, ama Avrupa ülkesi değildir. Türkiye’ye İslam Ülkesi diyebilir miyiz? Evet, tabii ki İslam ülkesisiniz. Ama bu İslam, yani Türkiye İslamı Arap İslamından veya İran İslamından o kadar farklı ki, aslında bu bambaşka bir şey diyebiliriz. Türkiye bir Doğu mudur? Tabii ki doğudur, nereye bakarsanız her yerde doğu unsurlarını görüyorsunuz. Ama bu Doğu unsurları Çin ya da Hindistan doğusuyla o kadar farklı ki Asya’daki doğu ile uzaktan yakından alakası yok diyebiliriz Türkiye’deki doğu unsurlarının. Dolayısıyla Türkler kimdir? Türkler klasik Avrasyalılardır diyebiliriz. Türkiye’nin kimliği öz avrasya kimliğidir. Türkiye gibi bir ülke için kendi kimliğini bulmak hayati ve stratejik önem taşıyan bir konudur. Mesela, Batı kendi kimliğimizi bize negatif şekilde yorumlatmayı çok ister. Yani tam Avrupalı değil, tam Müslüman değil, tam Doğulu değiliz diyebiliriz. Ama bizim asıl görevimiz bu durumu pozitif şekilde algılamak: biz Avrasyalı Türkleriz, çok özeliz.
Daha sonra Avrasya jeopolitiği var. Jeopolitik de aslında çok somut, pratik bir konudur. Sizin, Avrasya ülkesi olarak, Atlantizmin, yani talassokratinin, Batı’nın ve her şeyden önce ABD hegemonyasının etkisinden çıkıp Avrasya blokunu oluşturmamız lazım. Bu bloku kiminle oluşturursunuz? Rusya, İran, Türkiye, Hindistan, belki de Pakistan. Evet bunlar çok farklı ülkeler. Bazen de birbirleriyle çıkar çatışmasında olan ülkeler, ama her biri büyük potansiyele sahip birer Avrasya ülkesidir. Bazı sorunları çözmek için tabii ki ABD’i davet edebiliriz, ama davet etmeyebiliriz de. Davet edersek o zaman bu Atlantizm olur ve şu an bunu çeşitli ülkeler yapıyor, Türkiye de, Rusya da bazen ABD’yi davet edip atlantizme başvuruyor. Yani bunu yapan sadece Türkiye günahlı demiyorum. Bizde de o günah var.
Ama ABD’yi davet etmeye biliriz de, o zaman bu Avrasya senaryosu olacaktır. Pratik avrasyacılığı konuştuğumuz zaman bunun aslında çok somut diplomatik yönleri de vardır. Mesela Kafkasya sorunlarına Avrasya çözümü. O şekilde çözüm bulursak Avrupa’nın ve ABD’nin orada yapacak bir şeyleri kalmaz. Orta Asya sorunlarına Avrasya çözümü getirirsek, o halde Amerika’nın ve Batının orada yapabileceği bir şey kalmaz, sadece o bölgede yaşayan ülkelerin etki alanı olur orası. Hazar Denizi veya Karadeniz sorunları. Evet, Karadeniz’de Avrupa’nın bazı sıkıntıları var ama biz o sorunları avrasya modeliyle kendimize uygun şekilde çok kolay halledebiliriz istersek. Çünkü Bulgaristan’da bir Avrasya ülkesidir. Yani avrasyacılık, ekonomi, gümrük konuları, enerji, stratejik konularda, kültürel, siyasi ve diplomatik boyutlarda çok güçlü pratik bir konudur. Trans-avrasya şirketler bile kurulabilir.
Dolayısıyla sorunuzun başına gelirsek avrasyacılığın aslında teorik bir konu değil, çok kapsamlı, çok boyutlu bir konu olması bence insanları korkutuyor ve bu korkudan dolayı bir türlü doğal şekilde algılanamıyor. Çünkü Avrasyalı gibi düşünmek şimdikinden bambaşka bir şekilde düşünmek demektir. Düşündüğünüz her şeyi bambaşka şekilde düşünmek, bambaşka bir gözle değerlendirmek. Dünyadaki herhangi bir sorunu, mevcut her problemi bir avrasyalı olarak düşünürseniz çok farklı çözümler göreceksiniz. Avrasyacılık aslında kartezyen koordinat sisteminin değişikliğidir. Tek kutuplu, atlantik koordinat sistemine, Batı hegemenyasına zıt, alternatif koordinat sistemidir.
F. S. Avrasyacılığa yönelik eleştirileriden bir tanesi de avrasyacılığın öngördüğü modelin günümüz taleplerine ve ihtiyaçlarına karşılık vermeyeceği şeklinde. Yani mutlakiyetçi bir siyasi yapı öngördüğü ve dolayısıyla demokrasi talebine, serbest piyasa ekonomisine, insan hakları beklentilerine tam olarak karşılık veremeyeceği şeklinde bir yaklaşım var. Bu yaklaşıma ne diyorsunuz?
A. D. Kısmen haklısınız, kısmen de değil. Tek modele mutlak tabi olunma konusunda tabii ki değil, Avrasyacılığın özünde siyasi sistemlerin çok çeşitliliği vardır. Dahası, avrasyacılık alabildiği kadar çoğulculuk (pluralism) demektir hatta relativizm (görecelilik) bile diyebiliriz. Yani avrasyacılık diyor ki toplum ya da ülke piyasa ekonomisiyle yaşayabilir, ama isterse de sosyalist sistemli devlet de olabilir. Devlet teokratik olabilir veya laik olabilir, İmparatorluk olabilir veya Cumhuriyet olabilir, konfederal veya tek merkezli bir devlet olabilir. Avrasyacılık, kendi siyasi tercihlerinde mutlak görecelilik örneğini sergiliyor.
Avrasyacılık standart ve mutlak bir siyasi yapıyı hiçbir zaman talep etmedi ve edemez. Zaten öyle tercihe de gerek yok. Avrasya birliğinin her üyesine tavsiye edilen tek siyasi model tabii ki yoktur ve olamaz, tek bir model konusu avrasyacılık prensibine aykırıdır. Avrasyacılık çıktığından beri ve burada Konstantin Leontiyev`in ifadesini hatırlatayım, “muhteşem kompleksliği” savunmuştur ve bu “muhteşem komplekslik” avrasyacılığın siyasi felsefesi haline gelmiştir. Dolayısıyla tek standart konusunda veya ortak yaklaşım konusunda tabii ki sözlerinize katılmıyorum. Avrasyacılık herkes için tek ilerleme, tek gelişme temelinden kesinlikle uzaktır. Çünkü her toplum ilerlemeyi kendince algılıyor ve tercih ediyor.
Aslında avrasyacılığı antropolojik bir çoğulculuk olarak da nitelendirebiliriz. Antropolojik derken bir insanın çok yönlü, değişken oduğunu kabul ediyoruz. Avustralya’daki aborigenler de, Afrika ormanlarında yaşayan pigmeler de, çok cahil, barbar toplumlar da, yüksek eğitimli toplumlar da sonuçta insan topluluklarıdır. Hepsi birer insandan oluşuyor ve insan için vardır. Biz barbar toplulukları veya aborigen toplulukları kendi medeniyet kriterlerimizle yargılayamayız ve onların daha kötü olduklarını kesinlikle diyemeyiz. Bakın bu çok önemli bir husustur. İnsanlığı, toplulukları ölçmek, değerlendirmek için tek kriter yoktur, tek teleoloji yoktur.
Batı evrenselciliği ise totaliter diktatörlüğün ta kendisidir, ama avrasyacılık çoğulculuktur. Demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisine gelirsek, avrasyacılık bu konularda çok özel bir tutuma sahiptir. Avrasyacılık diyor ki, birey hakları olarak insan hakları, piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasi gibi kavramlar Batı, Avrupa değerleri ve kurumlarıdır. Bu değerler evrensel değildir, tüm insanlığın ortak değerleri değildir, bunlar Batı değerleridir. Dolayısıyla avrasyacılık kendine üye olan ülkelerde mutlak şekilde insan hakları, piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasi gibi temellerin olması gerekiyor demiyor. Ama diyor ki bir devlette insan hakları, piyasa ekonomisi ve parlamenter demokrasi gibi temeller olmasa bile, bu devlet yaşama hakkına, var olma hakkına sahiptir ve dışarıdan hiç kimse bu toplumu kendi yapısını değiştirmeye ve demokrasiye yöneltme gibi şart koşamaz ve iç işlerine karışamaz. Aksi durumda bu müdahale, yani dışarıdan zorlama, emperyalizm, sömürgecilik ve ırkçılıktır.
Ünlü Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanı John Hobson’un “Eurocentrism” adlı çok güzel bir kitabı var. Hobson bu kitapta tüm Avrupa, yani Batılı modellerin insan hakları, demokrasi ve piyasa modellerinin kökünde ırkçı, koloniyal ve emperiyalist olduğunu gösteriyor. Yani Batı, bu insan hakları, demokrasi ve piyasadan oluşan seti, gelişmiş ve üstün bir toplum için zorunlu bir sistem olarak değerlendiriyor. Buna sahip olmayan diğer tüm topluluklar ise gelişmemiş ve ikincil, alt sınıf toplumlar olarak sayılıyor. Hobson, bu tip ırkçılığın, yani beyaz – medeniyettir, sarı derili asyalılar – barbarlar, zenciler – yamyamlar ve vahşi adamlar gibi görüş açısının 20. yüzyılın ortalarına kadar demokratik ve liberal güçlerin arasında bile çok yaygın olduğunu ispatlıyor. Ancak 1945’ten sonra bu ırkçı görüş açısı Batılıların altbilincinde kaldı ve orada saklı kalmaya devam etti ve halen de sürüyor.
Dolayısıyla Batı’nın tüm dünyaya empoze ettiği insan hakları, serbest piyasa ve demokrasi gibi değerlerin Batı değerleri olarak ırkçılıktan kopması lazımdır. Batı, insan haklarını beğeniyorsa, onlara uysun kendisi bilir. Biz ise aslında haklarını da, insanı da, ekonomiyi de, siyasi sistemi de farklı şekilde algılıyoruz. Eğer bize, yani doğu insanlarına, İslam dünyasına, Slavlara, Bizanslı Hıristiyanlara, Ruslara, Hintlilere, İranlılara istedikleri toplumu kurma hakkını tanımıyorsanız, o zaman bunu yapan bizim düşmanımız, yani ırkçıların ta kendileri, saldırgan, totalitarist, kendi çıkarlarıyla istediğini yaptırmak isteyen emperyalistlerdir.
Bakın bu çok önemli bir nokta. Kimse size demokrasi iyi ya da kötü birşey diyemez. Kimse size şöyle yaşa böyle yaşama diyemez. Kim beğeniyorsa batı demokrasi sistemiyle yaşayabilir. Ama bu sistemi beğenmeyen ülkeler kendilerine, kendi kültürlerine özgü sistemleri kurabilirler ve dışarıdan hiç kimse onlara karışamaz. Avrasyacılık, demokrasiyi ya da totalitarizmi tavsiye edemez. Çünkü Avrasya Birliğine giren her ülke kendi bütünlüğünü ve kendi sistemini istediği şekilde muhafaza edebilir. Avrasyacılık bunu devletin ve insanların özgür iradesine bırakıyor. Ama Batı ideolojisi size böyle özgür seçim yapma hakkını hiç bir zaman vermez.
Batı`ya gidin konuşun kime sorarsanız aynı cevabı bulursunuz, insan haklarının, serbest piyasa ve parlamenter demokrasinin evrensel bir nimet olduğunu anlatırlar size. Ama ne alaka, nereden bu iddiayı aksiyom haline getirdiler, kim onlara öyle hak ve yetkiyi vermiş ki? Kendi kültürlerini evrensel kültür olarak ilan etme hakkını kim vermiş ki Batı’ya? Beyaz azınlığın kültürünü empoze etme – ki bu beyazlar gerçekten dünya’da artık azınlıktır – herkese akıl verme, yargılama hakkını kimden almışlar? Diğer insanları yarı insan, yarı medeni, yarı gelişmiş olarak değerlendirme cüretini kimden alıyorlar? Biz, avrasyacılar, bu tutuma kesinlikle karşıyız. Bize göre Çin, İran, Türkiye, Rusya istedikleri siyasi ve sosyal devlet yapılarını kurabilirler ve hiç kimse bize kendi özgürlük, demokrasi anlayışını zorla aşılayamaz.
F. S. Rusya`da aşırı milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının yükseldiğini görüyoruz. Bir de 2015 yıl itibarıyla BDT ülkelerinin vatandaşlarının Uluslararası Pasaportla Rusya`ya girmeleri öngörülüyor. Bir yandan entegrasyon çalışmaları sürerken, bu durum Rusya`nın içe kapanmasını da beraberinde getirmeyecek mi?
A. D. Rusya şu an kendi yolunu seçme aşamasındadır, henüz seçemedi. Rusya’nın gidebileceği birkaç yol var. Birincisi, Batı tecrübesini taklit etmesidir, liberalizm ideolojisini körü körüne kopyalamasıdır. Fakat Rus toplumuna liberalizm bir türlü aşılanamıyor ve yerleşemiyor. Çünkü halkın içinde liberalizme uygun temel yok. Rusya’da çok dar bir kesim liberalizm fikirlerini paylaşabilir ve bu dar kesimin sayısı hiç bir zaman artmaz. Dolayısıyla Batı`nın liberalizm fikirleri Rusya da hiç bir zaman ciddi bir güç oluşturamaz.
İkincisi Rusya, milliyetçilik yolunu seçebilir ve Rusların şu an milliyetçiliğe yönelik çok güçlü eğilimleri var maalesef. Ruslar bir yandan batılıları sevmiyorlar ve reddediyorlar. Diğer taraftan İslam dünyası da, Çin ve uzak doğu medeniyetleri de pek sempati uyandırmıyor insanlarda. Ruslar biz Rus`uz diyorlar, ne Batı’ya, ne de Doğu’ya aitiz. Biz çok özeliz diyorlar. Bu durum insanları milliyetçiliğe sürüklüyor. Bu milliyetçilik hem müslümanlara karşı, hem de BDT ülkelerinden gelen insanlara karşı yönlendirilebiliyor. Bu durum ülke için gerçekten bir tehlike.
Bir de üçüncü yol var: Avrasya yolu. Avrasyacılık diyor ki kim olursak olalım, Rus olsun, Hıristiyan olsun, Türk olsun, Müslüman olsun avrasya medeniyetine ait isek birlik olmalıyız. Ama bunu insanlara anlatmanız lazım, insanlara birlikte yaşamayı öğretmeniz lazım. Bu fikri cazip bir hale getirmeniz lazım. Çünkü milliyetçiler kendi propagandalarında sadece bugünün negatif yönlerini kullanırlar, negatif yönler de maalesef az değil günlük hayatımızda.
Liberaller ise Rusya’da halen yaşanan çok çirkin insan hakları istismarlarını sürekli hatırlatarak belli kesimleri etkilemeye ve kazanmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla avrasyacılığın cazip bir akım, bir ideoloji haline gelmesi için, yani Rusların, Hıristiyanların Müslümanlarla uyum ve barış içinde yaşamak istemeleri için, bu ideolojiyi devlet düzeyinde tanıtmamız ve benimsetmemiz gerekiyor.
Mesela, Orta Asyalılar dışında bizim şu an Kuzey Kafkasyalı halklarla da ciddi sıkıntılarımız var. Ama onlar yabancı değilleri ki, Rusya vatandaşları onlar ve Rusya’nın sınırları içerisinde yaşıyorlar. Fakat Kafkaslıların kültürleri, ideolojileri ve yaşam tarzları, sosyal tipleri ruslara göre çok farklıdır. Kafkasya halkları şu an yükselmekte, artışta. Ruslar ise azalmakta ve kaybetmekte. Dolayısıyla ciddi bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bu halkları uyumlaştırmak için çok güçlü milli bir ideoloji, milli hedef seçmemiz lazım. Bu milli ideoloji sadece avrasyacılık olabilir.
Rusya şu an üçlü yol ayrımında duruyor. Biz ya Batı’yı takip edeceğiz, ama onları takip edersek Rusya’nın sonu çok yakın demektir. Batı’ya uyarsak Rusya dağılır zaten. Ya milliyetçilik yolunu seçeriz, bu yol daha gerçekçi gözüküyor bugünün şartlarında, ama Batılı yol kadar da tehlikelidir. Çünkü bu yol da bizi kaçınılmaz olarak bekleyen milletlerarası ve dinlerarası çatışmalar Rusya’yı içeriden patlatır ve çökertir. Ya da avrasyacılık yoluyla gideceğiz. O zaman Rusya, avrasyacılığa gelmek isteyen bütün halklara entegrasyon örneği oluşturacaktır. Benim düşünceme göre Putin – ki onun seçim öncesi demeçlerini ve yazılarını ben çok dikkatle incelemiştim- avrasyacılık modeline ve ideolojisine yönelmek istiyor.
Fakat avrasyacılığın düşmanı, ideolojik düşmanı liberalizm, Batı’nın liberal demokrasisidir. Bir başka düşmanı daha var, milliyetçilik, bölücü Rus milliyetçiliği. Dolayısıyla burada Avrasyacılığın üç dünya görüşü paradigmalarından biri olduğunu söylemek lazımdır. Bunların birincisi Batıcılar, ikincisi milliyetçiler ve üçüncüsü Avrasyacılardır. Batıcılık yada liberalizm yolu ve milliyetçilik yolu Rusya için aynı derecede yıkıcıdır. Bu yüzden avrasyacılar liberalizm ve milliyetçiliğin tüm şekillerini reddediyorlar.
F. S. Daha önceki bir çalışmanızda Avrasyacılığın yeni oluşumundan söz ederken güney kısmını İran’ın tutacağını, Türkiye’nin bu sürecin dışında kalacağını öngörmüştünüz. Fakat bugünkü konuşmanızda Türkiye’yi de sürece dahil ederek analiziniz yaptınız. Geçen süre içerisinde değerlendirmeniz mi farklılaştı? Bir başka ifade ile sorarsam, yeni Avrasyacılık yaklaşımında Türkiye’nin yeri ve konumu nedir?
A. D. Bu çok ciddi bir sorudur. İran’dan, özellikle Hamaney ve İslam devrimi dönemi İran’dan söz edersek, burada konu basittir, bu Avrasya yönlü bir devlettir. İran ile her zaman anlaşamıyorsak da, Tahran’ın Amerika karşıtı tutumu İran’ın tamamıyle Avrasya kapsamında olmasını sağlıyor. Yani, İran’ın jeopolitiği şimdiki yönetimiyle, belki de değişebilir, ama şimdiki siyasi şartlarında yüzde yüz Avrasya oluşumudur. Bununla ilgili bir sorun yok, hatta problem belki İran’ın Rusya’ya kıyasla daha da Avrasyalı olmasıdır.
Türkiye ile ise sorun var. Birincisi, Türkiye NATO üyesidir ve Türkiye II. Dünya savaşından sonra Stalin’in saldırısı korkusuyla Atlantisizme, Batıcı tutuma yöneldi. Dediğim gibi, İran ile siyasi sorun yok, ama Türkiye ile sorun var. Şimdi bu problemler çerçevesinde, Türk siyaset evriminin iki hattı var. Türkiye, Atlantist – Batıcı jeopolitiğin üyesi olabilir, II. Dünya savaşı sonrası olduğu gibi. Bu Büyük – Ulu Turan projesi, panturanizm, Türk halklarının birleştirilmesi fikrine dayanmaktadır, Rusya’ya aykırı olarak, sanki Rusya düşmanıdır, Batı ise dostudur.
Bu Türkiye için hiç de doğal bir politika değildir, bu tamamen Kemalizme zıttır, ama bu Batı’nın görüşüne yani Atlantizme uyuyordu. Atlantizm pozisyonunda Türkiye Avrasyalı değildir. O hem Rusya, hem İran’a karşı düşman, hiçbir Avrasya blokunda değildir ve Truva atı gibidir. Amerikan emperyalizminin bir unsuru gibi, yan alt emperyalizm, alt hegemonya, ABD’nin yerel uydusu gibi, üstelik alt fonksiyonları da yerine getiren elemanı gibidir. Çünkü Türkiye’yi Avrupa Birliğine almıyorlar ve buna rağmen Atlantistik – Batı patronlarına hizmet etmektedir. Bu bir problemdir, eğer böyle bir Türkiye yok dersek, bu gerçekçi olmayacaktır. Böyle bir Türkiye gerçekte, jeopolitikada var ve kuşkusuz böyle Amerikan yanlısı bir Türkiye ile dikkatli olmak, mesafeli olmak lazımdır. Böyle bir Türkiye Avrasyacılığın muhalifidir, ama başka bir Türkiye de var – Osmanlı Türkiyesi var, Kemalist Türkiye var. Geleneksel bir Türkiye, kendi kimliğini koruyan Avrasya Türkiyesidir. Bu iki yön arasında Türk jeopolitikası değişiyor. 1990’lı yıllarda “Jeopolitiğin Temelleri” kitabını yazarken Atlantist model hakimdi. Türkiye büyük ölçüde kendisini Orta Asya’da ve hatta Kafkasya’da Rusya’ya karşı rakip görüyordu. Kafkas politikasına aktif bir şekilde Rusya’nın aleyhine karışıyordu. Ama bu 1990’lı yılların sonlarından itibaren değişti. O zaman Türk siyasi yönetimi anladı ki, yeni şartlarda, iki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle Rusya Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturmuyor. O zaman kemalist milli güçler, Türk kimliğinin artık tamamiyle Atlantist stratejisinin sürdürülmesine dayalı olamayacağını anladılar. Kuzey Kıbrıs sorunu, Irak sorunu, İsrail ile gergin ilişkiler, bunların hepsi Türkiye’yi yeni haritada yeni yerini bulmaya zorladı. Sadece Amerikan hegemonyasını, Amerikan emperyalizmini takip etmek değil, kendi yerini, konumunu bulmak. O zaman Türkiye ile Rusya arasında özellikle ekonomi alanında yakınlaşma oldu ve çok hızlı bir şekilde ilişkiler gelişti. Türkiye, bildiğimiz kadarıyla, eski Sovyet coğrafyasında tahrip edici faaliyetini azalttı, Rusya’ya karşı değil, tarafsız politika izlemeye başladı. Volga ve Kuzey Kafkasya’da operasyonlarını durdurdu ve biz bunları not ediyoruz. Yani Türkiye, dostane Avrasya tutumu sergilemeye başladı.
Bu durum hepimizin ve tabii ki Avrasyacılık teorisinin lideri olarak benim Türkiye’ye olan yaklaşımımı ve değerlendirmelerimi olumlu yönde değiştirdi. 2000’li yıllarda özellikle Putin iktidara geldikten sonra Rusya ile Türkiye arasındaki yakınlaşma süreci çok aktif şekilde gelişti. Ama son yıllarda maalesef yine ilişkilerimizin geriye gittiğini görüyoruz.
Türkiye yine ABD ile yakınlaşıyor, doğal olarak Rusya ve İran’dan uzaklaşıyor. Özellikle Türkiye’nin Suriye tutumu bu izlenimlerimi doğruluyor. Türkiye Suriye konusunda bir Avrasya ülkesi olarak bağımsız yolda yürümeyi değil, aksine Amerika’nın politikasını izlemeyi seçti.
Dolayısıyla şimdiki yönetimiyle İran yüzde yüz Avrasya devleti ise, Türkiye kısmen Avrasyalıdır. Dolayısıyla Türkiye’de Avrasyacılık tutumu galip geldiği zaman, Rusya Türkiye’ye elini uzatıyor ve kucağını açıyor. Ama Türkiye yine içine kapanıp Amerika yörüngesine döndüğü zaman, hem Rusya ile ilişkileri bozuluyor, hem de Türkiye’nin içinde var olan Avrasyacı güçler marjinal hale getirilerek dışlanmaya başlıyorlar. Dolayısıyla bu ikilem Türkiye ile ilgili benim tutumumu da etkiliyor.
Ben Türkiye hakkında şu daha iyi ya da daha kötü diye değerlendirme yapmak istemiyorum. Ben Türk kültürünü çok seviyorum ve Türklerin sadece ve sadece Avrasyalı bir topluluk olduğuna inanıyorum. Düşüncelerimizin sadece Rusya ile Türkiye ittifakı gerçekleştiği zaman başarılı olabileceğinden eminim.
Türk kültürünü ve Türk toplumunu çok seviyorum ve Türk toplumunun birçok Hıristiyan Avrupa toplumuna göre bize daha yakın olduğunu düşünüyorum. Türkler Avrasyalıdır ve tüm açılardan baktığımızda bize çok yakınlar. Onun için Türkiye yönetiminin şimdiki tutumundan dolayı üzüntü duyuyorum.
Bence Türkiye Batıyı izleme yönünde devam ederse, hiç bir zaman Avrupa Birliğine giremeyecektir. Üzücü olan ise bu yollardan yürümekle milli birliğini ve bütünlüğünü de kaybedecektir. Çünkü Kürt meselesi ve Kuzey Kıbrıs’ın kaybedilmesi, Türkiye’nin yüzde yüz dağılması demektir. Türkiye yakın zamanlarda Avrasyacılık yörüngesine dönmezse ülke içinde siyasi ve sosyal çatışmalar ve çöküş kaçınılmazdır. Bu konuda, Türkiye’nin şimdiki politikasının yönüne ilişkin büyük endişelerim var.
90`lı yıllarda ben Türkiye hakkında çok tedirgin ve çok şüpheci yazıyordum. 2000’li yıllarda “Moskova-Ankara Ekseni” adlı kitabım çıktı ve o kitap Türkçeye de çevrildi. O kitapta Türkiye’nin Avrasyacılık eğiliminin iki ülke için ne kadar faydalı ve stratejik olarak önemli olduğunu yazmıştım.
Hatta “Avrasya Virajında Türkiye” adlı bir makalem de vardı. Bu makaleyi okumanızı öneririm. “İzvestiya” ve başka büyük gazetelerde yayınlandı. Bu konuyu Rusya’da çok gündeme getirdim. Rusya’nın çeşitli ciddi yayın organlarında değerlendirmelerim çıktı. O zamanlar hem devlet organlarına, hem de Avrasyacılık akımının stratejistlerine Türkiye’yi hep övücü ve umutlandırıcı şekilde anlatıyordum. Ama maalesef o değerlendirmelerim artık geçerli olamayacaktır. Çünkü Ankara’nın resmi politikası son yıllarda çok radikal şekilde değişti. Buna üzülüyorum. Benim için sadece tek Türkiye var, Avrasyalı Türkiye. Türkiye’nin tümüyle Atlantizme kaymasının ulusal bütünlüğü için faydalı olmadığına eminim.
F. S. Son bir soru ile tamamlayalım. Siz bir teorisyen olarak dünya sisteminin bugün içinde bulunduğu bunalımlara ve beraberinde getirdiği tartışmalara baktığınızda, gelecekte nasıl bir dünya sistemi ya da yeni bir dünya düzeni öngörüyorsunuz?
A. D. Bu çok kapsamlı bir son soru! Yani ayrıntılı cevaplanması durumunda çok zaman alabilir. Birincisi, halen hakim olan bir eğilim var, bu eğilim liberal ideolojiyle ilgilidir. Biz liberalizmi yeterince ciddiye almadık. Liberalizm sadece ekonomi değildir, bu ayrıca bir metafiziktir, bir felsefe, bir bireyin tüm sınırlardan özgür olma düşüncesidir. Bakın, liberalizmde insanlar ilk başta dinden uzaklaşıyor, bu sekülerizm, laikliktir. Sonra ırktan kopuyor, artık beyaz, siyah değil, sadece insandır. Bundan sonra devletten ayrılıyor, dünya vatandaşı oluyor, onun devleti yok, onun milliyeti yok, o sadece bireydir ve hepsi o kadar. Daha sonra devlet, din, ırk, kültür, dilden koptuktan sonra dilleri değiştirebilir. Bundan sonra cinsiyetten de ayrılıyor, yani insan cinsiyeti seçebilir diyor. Bundan eşcinsel evlilikler oluyor. Bu rastlantı değil, doymuş sapıtmış Batı toplumun ayrıntıları değil, bu liberalizmin vektörüdür. Eğer biz liberalsek, eğer biz özgürlükten yanaysak, eğer biz Batı tarzı gelişimden yanaysak, bir norm olarak er ya da geç eşcinselliğe varacağız. Çünkü cinsiyetin bir kollektif kimliği olduğu sanılıyor, birey ise bundan serbest, özgür olmalıdır. Dolayısıyla bu bir tesadüf unsuru, bununla ilgili tartışmalar da rastgele değildir. Başta bu Fransa’da başörtüsünden kurtulmak, sonra da cinsiyetten özgürleşmek. Ama insanın serbest kalabileceği en son bunlar değildir. İnsan insanlıktan da ayrılabilir, çünkü insan kollektif kimliktir, birey ise öz kimliktir. Dolayısıyla insan özgür olma gayretleri peşinde insandışılaştırma aşamasına geliyor. İnsan, klonlama deneyleri yapmaya başlıyor, yarı insan, yarı mutant yaratmaya başlıyor iyi amaçlarla denilerek. Ve biz top yekûn insandışılaştırmanın eşiğindeyiz. Yani insan, kollektif kimliğini kaybederek er ya da geç insani kimliğini de kaybedecektir. Eğer başta bu Tanrı’ya karşı, totaliter topluma karşı, ırklara ve milletlere karşı isyansa, er veya geç cinsiyete karşı isyan olacak ve ne kalacak “insana karşı isyan”.
Bu eğilim ekonomide de, kültürde de, siyasette de, sosyal alanda da, teknolojilerde de görülmektedir. Yani insanlığın insanlıktan çıkma aşaması ortada. Eğer bu böyle devam ederse, batılılaşma, modernleşme, küreselleşme devam ederse, bir iki nesil sonra insanlık artık tek bir şey olmayacak, bireyler olacaktır, “transinsani bireyler” olacaktır. Onların transekonomileri, transvarlığı olacaktır. Ve biz insanlığı insanlık yapan şeyleri kaybetmiş olacağız. Eğer ben dindar isem, bunun Sahte İsa olduğunu, İslami açıdan bunun deccal olduğunu, laik biriysem, bunun hümanizmin sonu olduğunu söylerdim, dünyanın sonu değil, insancıl insancılığın sonu derdim. Bu liberalizmdir. Batı bu yönde uçuruma gidiyor.
Bu ekonomide de geçerli, çünkü ekonomi gittikçe fiktif, reel üretimden kopmuş görünüyor. Finans sektörü reel sektörü yutmuş durumda. Dolayısıyla ekonomi fiktif olmaya başlıyor, sanal insanlar, sanal ekonomiler, sanal toplumlar oluşuyor. Bunlar tüm gerçekliği yok ediyor, yani insanlık insansonrası sanal aleme göç ediyor. Eğer bu eğilim devam ederse, 50 yıl sonra hayal edebileceğimiz en kötü ütopyada yaşayacağımızı düşünüyorum.
Şimdi ise istediğimiz senaryodan bahsedelim. Ben, bu eğilimle mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsan uğruna, Tanrı uğruna, bir kültür uğruna ve bunun hangi kültür olduğu önemli değildir. Sadece bugün hakim olan eğilime isyan etmeliyiz. İki yolumuz var, ya olana razı olmak, kabul etmek, ya da isyan etmek. Bana göre Avrasyacılık, isyanın genel teorisidir. Müslümanların İslam dini uğruna isyanı, Hıristiyanların Hıristiyanlık dini uğruna isyanı, hümanistlerin insancılık uğruna isyanı, geleneksel insanların aile, insanlık, çocuklar, normal evlilikler uğruna isyanı, gerçek ekonomi taraftarlarının sanal ekonomiye karşı isyanı.
Ama burada ben birbiriyle savaşan iki kutup, iki kamp görüyorum. Birisi Batının, Avrupa’nın insan sonrası dönemidir. Bunlar küreselleşme, ABD, liberalizm, bireyselcilik, insan hakları, yeni insan sonrası şeklinde Batı ırkçılığı ve diğerleridir. Huntington bir kitap yazdı “The West and The Rest” “Batı ve Diğerleri”. Bence “The West”, bu “the rest”in mücadele etmesi gereken kötülüktür. Avrasyacılık, “Diğerlerinin” siyasi, radikal, devrimci ideolojisidir. Ben geleceği Eskatolojik Armageddon olarak görüyorum. Çağdaşlık, modernleşme, modernleşme sonrası, Batı küreselleşmesi yandaşları, tek kutuplu ya da kutupsuz dünya bir yanda ve bunlara Antichrist, deccalı da ekliyorum ve bunlara karşı kurtuluş yolu bulması gereken tüm “geriye kalan” insanlık.
F. S. Çok Teşekkür ederim.