Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile Ekonomik İlişkiler
Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile Ekonomik İlişkiler, (Prof. Dr. İbrahim Öztürk – MÜ İİBF), 29 Ocak 2011.
Fahri SOLAK: Bugünkü programımızda “Türkiye’nin İslam Ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri ile Ekonomik ve Ticari İlişkilerini” ele alacağız. Konuyla ilgili uzman bir konuğumuz var. Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Öztürk. Hocam hoş geldiniz, teşekkür ediyorum programımıza katıldığınız için…
İbrahim ÖZTÜRK: Ben teşekkür ederim.
F. S.: Türkiye’nin İslam Ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleriyle ekonomik ve ticari ilişkileri dedik ama önce bir genel duruma bakarsak, bölgeler ve ülkeler bazında Türkiye’nin dış ekonomik ilişkileri nasıl bir yapısal özellik arz ediyor?
İ. Ö.: Bu bölge çok değişken bir coğrafya, yani birebir mukayese etmenin zor olduğu bir geçiş bölgesi. Ama Türki Cumhuriyetlerden başlayıp körfez ülkelerine kadar devam eden, İran’ı da içine alan bu geniş coğrafyadaki bölgeye bakıldığı zaman bir kere Türkiye‘yi bir anda farklılaştırmamız gerekiyor. 2004 yılından beri AB tarafından da çalışan piyasa ekonomisi olarak tamamlandı, bu çok önemli. Bu Türkiye’nin ilk defa kazandığı bir statü. Yani artık yabancı sermayenin sabah kalkınca ne olacağını sormadığı, devletin kurumlarının yerli yerine oturduğu, piyasanın kurumlarının ve kurallarının artık çalışmaya başladığı bir ülke Türkiye. 2004 yılından beri dünya Türkiye’ye çalışan bir piyasa ekonomisi olarak bakıyor. İşte sanayileşmesinde belli bir aşamaya gelmiş. Kişi başına düşen milli gelir artık üst orta sınıflı ülkeler kategorisine geçmiş. Ve bir bıçak sırtı durumda kalkınmış ülkeler ligine geçmede çok bir kıvamı tutturmaya yönelmiş bir ülke. Buna karşılık Ortadoğu’daki ülkeler var. Ağırlıklı, yapısı çeşitlenmiş bir sanayi yapısı yok. Daha çok emtia ticaretine dayalı bir dalgalanma var. Emtia fiyatları arttığı zaman bütçesi iyi olan rezervleri artan, ama düştüğü zaman sıkıntı yaşayan hemen borçluluk sınırlarına girebilen ülkeler ve iç ticari dengeleri entegrasyonu bölgede önleyen bir yapı. Oradan Orta Asya’ya doğru gittiğimiz zaman işte merkezi plan ekonomisinden çıkmışlar ve bir kere piyasa kültürü, girişimcilik kültürü hala oturmadı. Piyasa ekonomisinde Türkiye için geçerli olan temel kurumların rekabet, kurumların otonomisi, rasyonel iktisadi davranışlarının, hesap kitap kültürünün oturduğu bir yapı henüz orada oluşmamış. Dolayısıyla bir heterojen coğrafyadan söz edebiliriz.
F. S.: Bizim zaten dış ticaretimizin büyük çoğunluğu hala AB ülkeleriyle değil mi?
İ. Ö.: Evet, doğru. Özellikle son birkaç yılda evet yani hala % 45–50 arasında dalgalanıyor. % 46-47’si kadar AB ülkeleriyle yapıyor Türkiye. Ama bu % 60’lardaydı tüm Avrupa’yı düşünürsek. % 55’lerde Avrupa Birliği… Bu Avrupa’da AB’de makul bir hızla geriliyor. Bu tabii kendiliğinden olmuyor. Türkiye bilinçli bir stratejiyle pazarlarını ve ürünlerini çeşitlendirmek istiyor. Ama kabul edelim ki işte bugün de mesela Davos Zirvesi’nde açıklamalar vardı. İşte ünlü iktisatçı Fitcher, Merkez Bankası’nın da başkanlığını yapan kişi… Türkiye’ye ondan sonra yine Washington Post’un yazarı Martin Wolf, bu da son derece önemli bir iktisatçı, yani Türkiye’ye önerimiz nasıl Amerikalılar ve Avrupalılar yapıyorlarsa ‘Türkiye’de yüzünü artık Avrupa’nın dışındaki yerlere dönmek zorunda’ diye, büyük resme işaret etti. Türkiye bunun farkında ve dönüyor. İşte “eksen kayması” lafı da buradan meydana geliyor.
F. S.: Tabi “eksen kayması” tabiri deyince; Türkiye’nin yönünü İslam ülkelerine döndüğü gibi bir iddiaya dayanıyor. Sanki Avrupa’dan uzaklaşıyor gibi. Dünya ekonomisi içerisinden İslam ülkelerinin yeri nedir? Gerek doğal kaynaklar açısından gerek pazar, finansman kaynakları açısından?
İ. Ö.: Oraya gelelim ama şu, hani “Türkiye İslam ülkelerine yüzünü dönüyor” lafına ufak bir açıklama getirelim: Şimdi onu Sayın Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu da çok güzel istatistiklerle defalarca ifade etmek zorunda bırakılıyor. Çünkü o eksen kayması lafının altını eşince ondan başka sonuçlar devşirilmek istendiği pek ala hepimizin malumu. Onun için Sayın Dışişleri Bakanı Davutoğlu diyor ki; istatistik yapalım ben kaç defa Rusya’ya uçmuşum, kaç defa Avrupa ya uçmuşum, kaç defa Asya’ya uçmuşum… Bunların içerisinde çok anlamlı bilinçli mimariye dayalı bir denge var. Mesela Irak’a uçtuğu günün sonrası Irak’a uçma gerekçesi neyse o gerekçe ile Avrupa’ya uçuyor. Halbuki ikisi arasında bir köprü oluyor. İran’a gidiyor. Ama İran’a gitme gerekçesi Amerika’nın niye İran ile uğraştığıyla ilgili bir şey. Onun devamı olarak yine yapıyor. Dolayısıyla dışarıdan bakıp okunmayanlar yüzeysel görenler aslında Avrupa’ya da aynı sorunun bir parçası olarak İran ile de aynı sorunun bir parçası olarak gittiğinin de farkında değil. İslam dünyasının dünya ekonomisi içindeki yerine bakmak gerekirse, orada kavramsal bir açıklık da yapmak gerekiyor. İslam dünyası tabiri de ilginçtir. Mesela benim kişisel gözlemim bu “İslam dünyası” lafını Türkler kadar yaygın kullanan bir kimse de görmedim İslam dünyasında. Yani her şey İslam parası, İslam birliği, İslam ortak pazarı vb. Bunu ben sempatik ve gerçekçi bulmuyorum açıkçası. Niye? Çünkü o zaman AB’ye de Avrupa Hıristiyan Birliği demek lazım. Bu zaten bizi yapmak istenilen şey. Türkiye’nin bu çağdaki misyonu neydi? Bir barış gücü, yumuşak bir soft power’ı gündeme getiren insanlarda ortak akıl ve vicdan algılamasını artırmaya çalışan bir ülke konumunda. Köprüler kuran bir ülke konumunda. Onun için ayrıştırıcı laflar; İslam parası diye bir şey yok para diye bir şey var. Bir de coğrafya çok geniş. Güneydoğu Asya’dan başlayıp Afrika’nın bir çölüne kadar giden rengi tutmayan ırkı, dini tutmayan, çıkarları tutmayan, yer altı zenginlikleri tutmayan arada yol, iletişim, ulaşım imkanı doğru dürüst olmayan… Mesela bir Mali ile biz her halde Çinli kadar iyi anlaşamayız, çok aynı kültürün havzasında. Belki bir Pakistanlının Hint tarafıyla anlaştığı kadar anlaşamayız. Dolayısıyla belki daha dar bir coğrafyalara indirgeyip daha özelleştirilmiş alanlardaki iş birliği imkanlarını araştırmak lazım.
F. S.: Peki o zaman bir de ‘Türk Dünyası’ kavramı var. Türk dünyası kavramına yaklaşımınız da benzer mi?
İ. Ö.: Valla biraz benzer. Tabii insanın duyguları, hisleri böyle olmasın istiyor. Ama mevcut gerçek o değil. Örneğin Özbekistan’ın öncelikleri, dünyaya bakışı, siyasi yapıları farklı, Azerbaycan’ın daha farklı. Türkiye tümüyle batı kurumlarının içerisinde yer almış ve kendi geleceğini o standartlara göre en azından yükseltmek isteyen bir konumda. Ekonomik yapıları farklı, birisi soğuk savaş döneminde batı kutbunda yer almış, diğeri merkezi planlamada Sovyet coğrafyasında yer almış. Dolayısıyla orada da biz kendilerine herkes Türk diyebilir. Biz mesela orada Türkler diye söyleyip hepsini kapsamak istiyoruz. Abilik kanımızda var gibi duruyor. Ama onlar birçok yerde onaylıyorlar. Dolayısıyla daha özele indirilmiş daha proje bazlı. İçimizde, yüreğimizde başkaları gibi neyi büyütmek istiyorsak ondan da vazgeçmeden ama somut projeler bağlamında ürkütmeden attığımız taş kurbağaya değmeyecek şekilde. Büyüte büyüte, güçlendire güçlendire ve dünyanın, insanlığın ortak paydasını büyütmek üzerinden, var olan pastayı bölüşme kavgası üzerinden değil. Çünkü kabul edelim ki yeni bir dünya kuruluyor. Ve dünyanın tam da kurulduğu coğrafyada, Türk coğrafyası ile bu İslam coğrafyası yer alıyor. Orada bu ürkütücü söylemlerden çıkıp yeni bir dünya kuruluyor. Bunu pastayı büyüteceğiz ve bölüşeceğiz söyleminden gitmek lazım.
F. S.: Son dönemde Türkiye’nin dış politikada aktif bir hareketlilik içerisinde olduğu görülüyor. Gerek bölgesel politikalarda gerek daha geniş kapsamlı politikalarda… Ve bununla belki bağlantılı olarak çok sayıda ülke ile vizeler kalkıyor. Stratejik iş birliği anlaşmaları imzalanıyor. Çok aktif bir şekilde zirveler düzenleniyor Türkiye’de Türkiye dışında. Neler oluyor bölgede?
İ. Ö.: Şimdi az önce de söylediğim gibi Türkiye, yeni kurulmakta olan bir dünyanın sınırları içerisinde yer alıyor. Bunu Türkiye tercih etmedi. Bunu bir ölçüde kendi istiyor bir de milletlerin kaderi var. Yani canlı organizma gibi medeniyetler bir yerde yükseliyor, olgunlaşıyor, yaşlanıyor, geriliyor. Dünyanın başka yerinde başka bir medeniyet harekete geçiyor. Bir zamanlar Çin’de sonra İslam medeniyeti olgusu çıktı. Sonra iki asırdır bir Batı medeniyeti atağı var. Belli ki böyle bir medeniyetler düzeyinde bir kayma yaşanıyor. Ama onun alt yapısında ekonomide de bir kayma yaşanıyor. Şimdi işte mesela demografi çok önemli bir unsurdur. Dünyada mesela BM’nin yaptığı bir çalışmaya göre 2050 yılında dünya nüfusu nasıl bir nüfus olacak diye bir çalışma yaptı. O nüfusa göre Amerika’nın tümü yaşlı ya da çok yaşlı statüsünde olacak. Bunun anlamı şu; 15–64 yaşları arasında olan ve fiilen çalışabilir durumda olan sisteme katkıda bulunan nüfus yeterli olmayacak. Ya çocuk yaşta olacak ve çok az bir kısım olacak. Esas büyük kısım yaşlı kesimine kayacak. Sosyal güvenlik sistemi korkunç açık verecek. Dinamik bir insan gücü olmayacak. Nüfus kendini yeniden üretebilir halde olmayacak. Ve bu dediğimiz Rusya için geçerli, Çin için geçerli, Japonya için geçerli ve geçerli olacak. Ne kaldı geriye diye bakıyoruz. Çünkü Asya bugünkü 4 milyarlık nüfusu ile dünya nüfusunun % 66’sını oluşturuyor. Hindistan hariç İran dahi yaşlılar sınıfına girecek. Evet, dünya çok yaşlanıyor. Bakıyorsunuz Afrika cıvıl cıvıl olacak. Afrika’nın toplam nüfusu 605 milyon civarında. 2050 yılında bu 1,5 milyara yaklaşacak. Şu an Afrika’nın milli geliri yıllık 2,5 trilyon dolar. Ama Avrupa’nınki 20 milyar trilyon civarında. Dolayısıyla Avrupa’nın bitip tükendiği, sektörlerinin öldüğü, adeta damarlarındaki canın ve kanın çekildiği çağda, Afrika kıpır kıpır olacak. Milli geliri ile nüfusu ile tüketim kalıpları ile… Dolayısıyla kendiliğinden çeken pazar nerede ise medeniyette oraya gidiyor zaman içinde. Dolayısıyla Türkiye 2050 yılında ne olacak? Türkiye tam bir olgun nüfus… Ağırlıklı 15–65 arasında. Alttan gelen dinamik bir nüfus var. Yaşlılar tehdidi henüz başlamamış. Bize benzer bugünkü olayların olduğu Fas, Tunus, Cezayir de bize çok benzer olacak. Kafkaslardan Orta Asya’ya doğru gidince aynı coğrafya bize çok benzer olacak. Dolayısıyla dünyanın tüketim dinamiği, pazar dinamikleri kalkınmaya hala susamışlık buraya doğru kayıyor. O yüzden de bütün uzamanlar diyorlar ki, şimdiden pozisyonunuzu o coğrafyada alın. Dolayısıyla Türkiye yerinde dursa bile Türkiye’nin yelkenlerini şişirecek bir rüzgar esiyor.
Bu coğrafyada Türkiye’ye bir şeyler yapmaya çalışan sizin az önceki VTR’de de vardı. Nereye giderseniz gidin enerji arz güvenliği listenin başında. Ve herhalde Amerika’nın Irak’tan girip Afganistan çıkmasının nedeni de bu. İran ile uğraşmasının nedeni de bu. Dolayısıyla bu enerji arz güvenliği söz konusu olduğu zaman Türkiye’nin komşuları gündeme geliyor. Ve Türkiye enerji tedarikçileri ile enerjinin son kullanıcısı durumunda olan Batı ve onun yol güzergâhı… İkisi de yoğun enerji kullanıcısı konumunda ama tedarikçilerinin tümü Türkiye’nin komşusu. İstemese de Türkiye enerjinin geçiş güzergâhı olacak. Dolayısıyla mesele bu önemli kriterde Türkiye’yi yeni dünyada merkez ülke konumuna koyuyor. Evet seyretme şansı yok. Ya savrulacak ya da uyum sağlayacak. Türkiye gibi büyük bir ülkenin savrulmasına, istikrarsız kalmasına da yeni dünyanın tahammülü yok. Dolayısıyla Türkiye’yi yeni dünya büyümeye zorluyor. Özlemlerimize destek verir anlamda yeni bir süreç başlıyor.
F. S.: Bu anlamda çok sayıda ülke ile vizelerin kaldırılması da bunun bir parçası mı?
İ. Ö.: Ben öyle görüyorum. Yani Türkiye üzerine gelen bu dalgayı fark etti. Türkiye’nin ortak aklı bilim aklı her neyse, bu dönemde bunu iyi okudu. Bir şey daha söyleyelim; açıkçası 1990’ların başında merkezi plan ekonomileri çöktüğü zaman Türkiye o dönemde bir konumlanmaya gitti. Örneğin Adriyatikten Çin Seddi’ne kadar Türkçe lafının altı doldurulamadı. Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmedi. O dönemi büyük ölçüde biz heba ettik. Başka yerlerde başkalarının adına bir takım projelere soyunmaya kalktı Türkiye. Oradaki insanları ürküttü, korkuttu. Ve bu 10 yılı Türkiye değerlendirilemedi. Ama bunun içinde değerlendirilen vardı. Örneğin hepimiz biliyoruz, takip ediyoruz severek. Mesela Türk okulları projesi sadece Türki cumhuriyetlerde Rus, eski Sovyet coğrafyasında değil Ortadoğu’da, Afrika’da dünyanın her tarafında bu yeni oluşuma bir tepki verdi. Mesela Türkiye bir tepki verdi. Şimdi onların meyveleri toplanıyor.
F. S.: Benzer bir proje yine onu teyiden büyük öğrenci projesi Türkiye’ye getirilip okutulan çocuklar.
İ. Ö.: Bu da Türkiye’nin devlet düzeyinde ele aldığı ve başarı ile yürüttüğünü söyleyebileceğimiz bir proje. Ama iş adamları TUSKON-MUSİAD yani Anadolu oluşumu… Yine benim tarif etmekten hoşlandığım bir hareket tepki vermeye başladı. Ve o yükselen Afrika’ya özellikle yönelmeye başladı. Yani Türkiye doğru tepkiler, halk doğru tepkiyi, sivil toplum doğru tepkiyi verince siyasi istikrarın olduğu yerde o halkın içinden çıkıp gelmiş olan istikrar içindeki güçlü bir hükümette halkla aynı senkronizasyonda olduğu için o da aynı tepkiye ortak oldu. Ve çok güzel bir takım oyunu ortaya çıktı.
F. S.: Şimdi tabi kulağa hoş gelen şeyler oluyor. Vizeler kalkıyor. Birçok ülkeye Türk vatandaşları vizesiz gidebilecekler. Bunun ekonomik ticari dönüşü olacak mı? Bir de bununla bağlantılı bir soru daha sormak istiyorum: Başbakanın Ortadoğu halkları üzerinde müthiş bir popülaritesi var. Bunun kültürel veya sosyal, ekonomik ilişkilere yansımaları beklenmeli midir?
İ. Ö.: Şimdi ayrı bir örnekten yola çıkarak onu genelleştirelim. Hani bu serbest ticaretin, vizesiz ticaretin dostane ilişkilerin sıfır sorun komşuluk ilişkilerinin iktisada nasıl yansıyacağı konusunu. Türkiye’nin Güneydoğusunda Kürtlerin yoğun yaşadığı, Kuzey Irak’ta yaşayan, İran tarafında yaşayanların hepsi birbirleriyle akraba topluluklar. Bunlar asırlar boyunca İpek Yolu’nun tam da üzerinde yaşamış baharat ticaretinin, diğer bazı yoğun ticari ilişkilerin üzerinde olan aslında tüccar bir kültürden gelen halklar çok yoğun insan trafiğinin yaşandığı bir coğrafya. Mobilitenin had safhada olduğu bir yer. Sonra soğu savaş dönemi geliyor. İşte Osmanlının dağılması… Orada bir halk üçe bölünüyor. Aileler tellerin diğer tarafından birbirlerine uzaktan el sallamak zorunda kalıyor. Ne oldu bu kadar gerçekleri tellerle birbirinden kopartılan yerdeki tansiyon gerilim bu tarihe insanlığa akla her şeye aykırı bir sınır koyma çabası. Orada bugün orayı kontrol edilemez, ekmek, aş üretilemez, istihdam yaratılamaz, konuşulamaz, iletişim kurulamaz, gidilemez, görülemez bir coğrafyaya döndürünce ekonomileri de çöktü tabi oraların… Şimdi bu sözünü ettiğimiz şeyin bu coğrafyaya daha da yayılması lazım aslında. Böyle olunca ne olmuş? İslam dünyası ile arasında Irak’ın finansal entegrasyonu, çok düşük ticari entegrasyon, çok düşük üretim entegrasyonu. Halbuki biraz sonra konuşuruz. Bunların İslam ülkeleri arasında tetiklenmesini gerektirecek objektif mukayeseli üstünlüklere ve rekabetçi üstünlüklere dayalı gerçekler var burada. Nasıl AB’yi mümkün kılmışsa, nasıl Asya’da APEK’i mümkün kılmışsa burada da benzer oluşumları mümkün kılan işte Erbakan’ın da aslında hayalini kurduğu ama Türkiye’yi yöneten entelektüel aklın dalga geçerek ti’ye alarak onu -tabiri yerindeyse- itibarsızlaştırıp içini boşaltmayı kendilerine misyon edinenler yüzünden gerçekleşme ihtimali olsa bile daha doğmadan öldürülen projeye…
F. S.: D8’den bahsediyorsunuz değil mi?
İ. Ö.: Tabii. Hani başına İslam konmasından hoşlanmadığımı söyledim ama “İslam dinarı” dendi. İslam dinarı demezdik ama “dinar” derdik sadece. Ama bu da gerçekçi ve olabilir bir şeydi. Ama büyütmek istemediler. Dolayısıyla bu coğrafya “Yeni Dünya” için mümkün değil! Ticaretin olmadığı, ilişkilerin olmadığı, piyasaların oturmadığı, kurumların oturmadığı kısaca aynı dili, aynı terminolojiyi konuşmayan bu coğrafya bu bölgede kurulacak Yeni Dünya düzenine uyumlu bir dünya olmuyor. Aslında Büyük Orta Doğu Projesi denen şey illaki her şeye acayip bir bütüncül yaklaşımla kapıların üstüne çarpı koymanın bir anlamı yok. Bugün bölgede bir oluşum oluyor. Bunu idare edenler kendi lehine çevirirler. O hoşumuza gitmeyen billboardda o çıkabilir ortaya. Ama biz içinde olup, biz de yönlendirip, biz de kurucu unsur olabilirsek belki biz de kendi lehimize buradan sonuçlar devşirebiliriz. Dolayısıyla ticaretin oluştuğu Türkiye’nin Avrupa’yla olan ticaretinin neden % 50’lerden % 46’ya düştüğünü o serbest ticaret anlaşmaları açıklıyor. Sıfır sorun politikası açıklıyor. Artan turist açıklıyor. Mesela 2009–2010 yılı turizm sektörü dünyanın her tarafında kriz geçirdi. Sadece Türkiye ve çok nadir ülkelerden biri oldu. Turizm sektörü küçülmeden atlatabildi bu dönemi.
F. S.: Sovyetlerin dağılmasından sonra yeni devletler ortaya çıktı. Bunların bir kısmı da bizim akraba, kardeş cumhuriyetlerdi. Aradan 20 yıl geçti. 2011 yılı biliyorsunuz bağımsızlıklarının 20. yılıydı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin o devletlerle ilişkisinin başlamasının da 20. yılıydı. Aradan geçen 20 yıla bakıldığında gerçekleştirilebilenler, gerçekleştirilemeyenler noktasında nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Nasıl bir potansiyel vardı? Ne kadarı icra edilebildi?
İ. Ö.: Bana kalırsa Türkiye ve Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişki hak ettiği politikaya bir türlü oturamadı. Niye oturamadı? İşte kafamızın arkasında çalışan mekanizma farklı çalışıyor. Öncelikler ve aidiyetler farklı yerlerde. Onları aynı çıkarlar doğrultusunda senkronize edemiyoruz. Seçimler konusunda tam bir mutabakat yok. Hangi siyasi coğrafi büyük üstünlüğe ait; Türkiye Avrupalı mıdır, Müslüman coğrafyası mıdır, Türk coğrafyası mıdır? Biz diyoruz ki biz bunların hepsiyiz. Onlar da kendilerine başka bir şey diyorlar. Ortadoğu’dakiler kendilerine başka bir şey diyorlar. Dolayısıyla önceliklerde, terminolojide, alt yapıda kurumlarda dünya kurumlarına olan aidiyette, o kurumlara ait olmaktan anladığımız hususlarda, müttefik olmayınca olabilecek ilişkiler çıkmadı. Örneğin Azerbaycan ne diyoruz? Aynı millet, iki ayrı devlet diyoruz. Hakikaten bunu hak edecek kadar da acayip yakınız. Ben bu Cumhuriyetlere gidince bir tek orada zorlanmıyorum. Taksiye bindiğim zaman bizim taksicilere sorduğum soruları oradaki taksicilere sorduğum zaman aynen hiçbir fark olmadan istediğim yere ulaşıyorum. ‘Ak Parti ile başlayıp Tayyip Erdoğan karizmatik bir lideriniz var’ diyorlar. Diyorum ki ‘ben İstanbul’daki bir taksici ile mi konuşuyorum’. Ufak bir aksan farkı sadece… Dolayısıyla çok şey beklersiniz. Yakında bir coğrafya ama o entegrasyon olmuyor. Enerji iş birliğinde olmuyor. İşte ne kadar gerçekleri yansıtır bilmiyoruz, ama Wikileaks belgelerinde ortaya çıktı. Orayı yöneten iradenin Türkiye’deki yönetenlere bakışı, ilişkilere bakışı farklı oluyor. Dolayısıyla bir kere ortak bir çekim alanına girmemiz gerekiyor. O ortak çekim alanı ne olabilir? Artık bunu herhalde çekinmeden söylemek lazım…
Bu cumhuriyetlerle Türkiye arasındaki ilişkileri geliştirmek için bir kere demokrasi ortak paydası, insan hakları ortak paydası, serbest piyasa ortak paydasında birleşmemiz lazım. Ağabeylik de yapmamak, içişlerine müdahale de yapmamak konusunda çok açık ve şeffaf duruşa sahip olmak lazım. Bunlardan sonra bir dünya sisteminin de bir parçası olduğumuz, oradaki büyük kaynakları da bu büyük resimden bağımsız olarak kendi aramızda yapılandıramayacağımızın da farkında olmak lazım. Hatırlayalım Türkmenistan Devlet başkanı vefat etmeden önce Türkmenbaşı’nın o zaman ki Başbakan Mesut Yılmaz ile bir atışmaları olmuştu, Enerji Bakanını fırçalanmıştı. Biz size alın diyoruz indirim yapıyoruz, almıyorsunuz diye. Çünkü alan Türkiye ve satan Türkmenistan, aslında zannedildiğinin ötesinde daha üst bir mimari tarafından etkilenip şekilleniyor. Dünya siyasi dengelerini etkileyecek bir emtia ticareti oluyor. Onun için hakikaten dünyanın farkında olarak o büyük mimariyi ve çatışmadan bu işleri yapmak lazım. Şimdiye kadar bunun şartları oluşamadı maalesef. Onun için ticaretimizde istediğimiz hacim henüz ortada değil. Karşılıklı yatırımlarda Türkiye oralara gitmeye çalışıyor tabii. Özellikle Türkmenistan’ı bunların tümünün dışında tutmak lazımdır. Türk inşaat sektörlerinin çok büyüyerek dünya şirketi yolunda hızla adım atmasında Kazakistan’daki işlem hacmi, ölçek ekonomilerini de herhalde önemsemek lazım. Ama işte inşaat gibi çok istisnai sektörler bir kenara bırakılırsa esas kritik olan enerji, enerjide işte Amerika’nın etkisiyle o enerji hatlarındaki mevcut dinamizmin ötesine ilişkileri taşıyamadık.
F. S.: Bu ilişkilerin artırılması için birtakım girişimlerin olduğunu biliyoruz. Türk konseyi kuruldu biliyorsunuz 2011 yılında. Bakü-Kars-Tiflis demir yolu. Lojistik önemli sorunlardan biri herhalde, çünkü deniz bağlantıları yok bu ülkelerin.
İ. Ö.: Şimdi o Türk Konseyi lafı hakikaten önemli oldu. Çünkü belli ki az önce dediğimiz hani kurumsal bir takım şeylerden bahsettik. Ama belki en önemlisi güven unsuru. Bu güven unsuru olamadan sırtımızı birbirimize verip aynı yatakta uyuyamıyoruz. Sabaha kadar iki tarafta uyanık bekliyor olur aynı yatakta olmasına rağmen. Bu hoş bir durum değil. Onun için belki olayı reklam havasına sokmadan ki Türkiye artık öyle yapıyor. Böyle bir sekreterlik düzeyinde bir dil, anlayış, kültür birliğine ama en önemlisi bir özgüvene dayalı kardeşane ilişkilerle bir süreç başladı. O çok güzel ama dediğiniz gibi onun bir de teknik süreci var. O teknik sürecin içerisinde tabi ki ulaşım ve iletişim hakları söz konusudur. Bu çağda çok şükür iletişim sorunu ortadan telefon, internet gibi hususlarda bir sorun kalmadı büyük oranda. Ama ulaşımda özellikle bu Türkiye’nin Kafkaslar yönünde sıkıntısı var biliyorsunuz. Yani özellikle orada İran ile mesela taşımacılarla ben iş adamları ile çok beraber oluyorum. Şimdi İran petrol zengini bir ülke… Tır ve karayolu taşımacılığına iş geldiği zaman Türkler orada devre dışı kalıyor. Çünkü dünyanın en pahalı petrolü tır ile kamyon ile yük taşıyarak İranlı lojistiklerle baş etmeniz mümkün değil. Dolayısıyla Türkiye’nin ölçek ekonomilerini ön plana çıkararak demir yollarını yapması lazım. Mesela Samsun’u Trabzon’a, Trabzon’u Artvin’e bağlayan bir sahil demir yolu… Yine Trabzon’u iç bölgelere Adana’ya Akdeniz’e bağlayan çünkü bu çok önemli. Bu coğrafyayı Akdeniz’e çıkartabilmiş olmak lazım. Bir Zigana’nın altından geçen önemli bir demir yolu ile Trabzon’u içe bağlamak lazım. Yani Türkiye enine kesilmiş dikine yollarla da bu yeni ulaştırma bakanı çok çalışkan ve vizyoner bir insan. Bunun kendisi zaten farkında. Artık Türkiye enine yolların yanına şimdi Karadeniz ve Akdeniz’i birleştiren çok önemli yolları yapmaya başlıyor. Bu çok gecikmiş bir şey. Dolayısıyla belki İpek Yolu’nun Türkiye’nin canlandırmak gibi öteden beri bir çabası var. Orada böyle koşturduğu trenler var. Uzun metrajlı. Ama görselliğe daha çok duygulara hitap eden boyutuyla onu ucuz etkin bir ölçek ekonomilerine dayalı hızlı bir tren yoluyla buluşturmak gerekir.
F. S.: Güven unsuru, ortak kurumlar, dayanışma deyince Aralık ayında İstanbul’da önemli bir zirve yapıldı biliyorsunuz, 22-23 Aralık 2010 tarihinde ECO Zirvesi. Ekonomik İşbirliği Örgütü Zirvesi yapıldı. Çok sayıda ülke devlet başkanı, başbakan düzeyinde katıldı. ECO Zirvesi’nin önemi ne idi? Bölgedeki yeni hareketliliği de dikkate alırsak sonuçlarına biraz değinebilir miyiz?
İ. Ö.: Şimdi bazı şeylerin hani doğum zamanlaması, vakti saatinin gelmesi hakikaten önemlidir. Bu ECO önceden beri kurulmuş çok aktif olmayan ama şimdi yeni gelişmelerin aktif olmaya zorladığı bir döneme girilmiş bir şekilde… Belki o anlamda Sayın Necmeddin Erbakan’ın öncülüğünü yaptığı bu D-8 olayı daha aktif olarak daha canlandırılabilecek bir proje. Şimdi bir şey söyleyeyim izninizle. Bu tip büyük olaylar hem bu ECO zirvesinde oldu. Hem önceki gün başbakanımızın Ukrayna’da imzaladığı ve sonucu serbest ticaret anlaşmasına çıkması gerektiğini, iki tarafın da fark ettiği bir olumlu süreci başlattı. Fakat bakıyorsunuz hep bu tür büyük ve önemli olaylar hep magazinsel boyutlarıyla öne çıkıyor. Cumhurbaşkanı giderken şoförlük yaptı. Başbakan gelirken şoförlük yaptı. Tamam da bu niye şoförlük yaptı. Bunlar niye buradaydılar. İşte Ukrayna’daki olayda da Başbakan’ın korumaları ile oradaki devlet başkanı korumaları arasındaki itişme kakışmalar haber edildi. Çok normal ve haber değeri olmayan bir şeydir. Bakıyorsunuz en ciddi olduğu varsayılan televizyon kanallarında olgun muhabirler olayın kendisini atlıyor ve o kavgayı merkeze alıyor.
Türkiye işte böyle içki tartışması, sahil tartışması, şoför, güvenlik güçlerinin birbirini ittirmesi tartışması her şey magazinleştirip işin özünü, büyük resmi sürekli adeta bilinçli bir mimari ile dikkatlerden kaçırıyoruz. Onun için bu ECO’yu da kaçırmamak lazımdır. Türkiye’nin yeni kalkışa geçtiği bir dönemde bölgesel iktisadi entegrasyonun bölgesel finansal entegrasyonun bölgesel üretim entegrasyonunu tetikleyen bir şey var. Hatırlayacaksınız başbakan Ürdün gezisinde son Katar, Kuveyt gezisinde “biz birbirimize yeteriz” dedi! “Artık buna uygun adımlar atmamız gerekir” şeklinde ifadeler kullandı. Bunlar aslında ekonomik gerçekler midir? Belki böyle şeyleri biraz konuşmaya zamanımız varsa konuşmalıyız.
F. S.: Türkiye son dönemde teknolojiye, inovasyona ağırlık veriliyor. En yetkili ağızlardan, ilgili bakanların demeçlerinden Türkiye Avrasya’nın teknoloji üssü olacak gibi iddialar ortaya konuyor. Türkiye’nin şartları dikkate alındığında bunu gerçekleştirilebilir bir hedef gibi görüyor musunuz? Ve buradan Başbakanın ifadesinin de gerçekliği var mıdır? Yani biz birbirimize yeter miyiz?
İ. Ö.: Şimdi önce Avrasya’nın üretim üssü olmak, inovasyona kaymak, verimlilik ekonomisini kurmak konusuna değinelim. Şimdi bu teorik olarak mümkün tabi ki… Fakat şunu kabul edelim; Türkiye’yi çalışan Türkiye’nin rekabetçi üstünlüklerini ve dezavantajlarını çalışan uluslararası çalışmalarda Türkiye’nin dezavantajlarının en ciddileri, en önemli sorunlarının başında bu inovasyon kültürünün uzağında olması, inovasyon ekonomisinden kopuk olması ve yükseköğretiminin en önemlisi de bu anlamda tümüyle devre dışı kalmış olması sıralanıyor. Yetişmiş insan gücü, kültürü, kurumları, alışkanlıklar, gelenekleri oraya mesela çok ilginç şimdi sizin sorunuzda da var. Sanayi Bakanlığı Türkiye’nin sanayi strateji belgesini açıkladı. Ve şimdi de yine Türkiye’nin borçlar ve ticaret kanunu çıkartıldı. Türkiye’deki küçük Kobilerin -işin daha alfabesinden başlamak gerekirse- % 75’inin daha internet portalının olmadığı ortaya çıktı. Bir de olup da çalışmayanlar istatistiğe katılırsa dolayısıyla daha internetin farkına varmamış; yani ben buradayım adresim şudur ben şu malları üretirim, isterseniz benden alın demeyi becerememiş bir işadamı, esnaf tipimiz var. Yani iddialarımız var. Mevcut gerçeklerimiz arasında Kaf dağlarının arkasına itecek kadar farklar var. Ama buna rağmen şanslarımız var. Bunu aktif hale getirecek Türkiye’nin bir vizyonu var mı belki onu konuşmak lazım. Bu sanayi strateji belgesi bütün zayıf yönlerine rağmen bir kere Türkiye’nin böyle bir niyetinin olduğunu gösteriyor. 2009 yılında Türkiye bir teşvik kanunu çıkardı. Onun içerisindeki önemli yerler birinci bölge olarak tanımlanan Marmara Bölgesini daha çok inovasyon, Ar-Ge katma değeri yüksek sektörlere ayırdı. Ve hakikaten ilginçtir bu dünyada Çin ve Almanya başta olmak üzere Türkiye’yi bir Ar-Ge, inovasyon olarak görme eğilimleri hızlanmaya başladı.
F. S.: O zaman Avrasya’nın Silikon Vadisi sözleri boşuna söylenmiyor…
İ. Ö.: Çok boş değil ama henüz çok cılız, bebeklik aşamasında. Buna çok emek vermek lazım. O anlamda bir şey daha söyleyeyim izninizle: Türkiye’nin bu kritik işte “Türkiye’yi Ar-Ge, inovasyon, verimlik ekonomisinin merkezi yapacağız” lafının altını doldurmak üzere bir takım temel alanlarda, çevre alanında, enerji alanında, biyomedikal alanında, sağlık alanında, tarım alanında Türkiye dünyanın dev sektörlerine sahip olabilir.
Türkiye’ye çok anlaşılabilir, net bir 50 senelik vizyon verilmesi lazım. Mesela bir hafta yaptığını iki hafta sonra değiştirmek sorunu olan, sürekli sürprizler yapan bir ülke görüntüsünden çıkması lazım. Çünkü bunlar dev yatırımlar. O dev yatırımları yapacak kişiler Türkiye’nin 50 senesine bakıyor ve görüyor olması lazım. Bunu henüz yapabilmiş değiliz. Ama o iddia çok büyük bir iddiadır. Avrasya’nın üretim üssü olmak, inovasyon, verimlilik üssü olmak çok önemli ve büyük bir laf, ama böyle hedefler koymakla da olmuyor. Bunun alt yapısını da yapmak gerekiyor.
F. S.: Süremiz iyice daraldı ama kısaca değinmek istediğim çok güncel ve sıcak bir gelişme var. Tunus’ta bir takım olaylar başladı. Mısır’a sıçradı. Yemen’de hareketlilik var. Çok yakın bölgemizde bir sosyal hareketlilik gözleniyor. Bu ne tür gelişmelere yol açabilir?
İ. Ö.: Şimdi açıkça eğer benim bu programın başından beri çizmeye çalıştığım o büyük resim yeni kurulan dünya düzeni eğer doğruysa, aynı mantıkla sürdürürsek bu Ortadoğu’daki yani sizin de biraz önce söylediğiniz şekilde şişeden çıkan cinin, tüpten çıkan macunun bir daha yerine dönme ihtimali yok Tunus’ta. Ama bana sorarsanız bu dalga dalga Ortadoğu ve Afrika’nın büyük bir kısmına yayılacak gibi geliyor. Tabii bu cümleden hareketle herkes durduğu ideolojik yerden konuyu okuyabilir. Mesela “Büyük Orta Doğucular” şimdi büyük bir gelişmedir, “biz dememiş miydik oralar karıştırılacak Amerika’nın etkisiyle kartlar yeniden karıştırılacak, yeniden şekillenecek işte olanlar budur” diyebilir. Halbuki böyle bir reel ekonomi ayağını herkes kullanmak ister. Ben diyorum ki bu ayağı var. Ama bu coğrafya da zaten soğuk savaş döneminde, gerçeklerinin dışında dondurulmuş ve dünyanın periferisine savrulmuş bir coğrafyaydı. Bunu ne dünya ne de buraların halkları kaldırabilir. Bu coğrafyada en az devlet başkanlığı yapmış olanlar 25 yıl yapmış durumda. 50 seneye, ölene kadar gidenler var. Halklar birbirinden kopuk, ekonomiler çökmüş, yolsuzluk, rüşvet had safhada. Bakınız bunlar bir çeşit sömürge valileri tarafından yönetiliyor. Batı kendisi için demokrasi isterken İslam dünyasının tümüne otoriter rejimleri reva görüyor. Dolayısıyla artık yeni kurulacak, ticaretin olduğu, sınırların açık, iletişimin, ekonomik canlanmanın, tüketimin üst düzeyde olduğu bir dünyada bu coğrafya bunları kabul edemez. Eğer bu dediğim öngörü doğru ise bu Mısır olayı dalga dalga Ortadoğu’yu kasıp kavuracak gibi duruyor.
F. S.: Yani yakın gelecekte önemli değişikliklere hazırlıklı olmak lazım…
İ. Ö.: Türkiye de bence hazır buna…
F. S.: Çok teşekkür ederim.