Türk İşbirliği Konseyi ve Liderler Zirvesi
Türk İşbirliği Konseyi ve Liderler Zirvesi, (Halil Akıncı – Türk Konseyi Genel Sekreteri Büyükelçi), 18 Eylül 2010.
TÜRK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ VE İSTANBUL LİDERLER ZİRVESİ
Halil Akıncı (Türk Konseyi Genel Sekreteri, Büyükelçi), 18 Eylül 2010.
Dr. Fahri SOLAK: Bugün önemli bir konuyu yine önemli bir konukla ele alacağız. Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta İstanbul, somut adımların da atıldığı, önemli bir zirveye ev sahipliği yaptı. 10. Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi gerçekleştirildi. Hem bu zirveleri, hem de atılan önemli adımlardan biri olan Türk Konseyi’nin kuruluşuna ilişkin süreci, Türk Konseyi Genel Sekreteri, Büyükelçi Halil Akıncı ile ele alacağız. Efendim, hoş geldiniz.
Büyükelçi Halil AKINCI: Sağ olun, teşekkür ederim.
F. S.: Öncelikle yeni görevinizden dolayı tebrik eder, başarılar dileriz. En son göreviniz Moskova Büyükelçiliği idi. Bu atamadan sonraki ilk canlı yayın programına TRT Avaz’da çıkmış oluyorsunuz. Bunun için de ayrıca teşekkür ediyorum. İsterseniz genel bir girişle başlayalım. Orta Asya’nın Türkiye açısından, gerek bölgesel gerek uluslararası düzeyde stratejik önemi nedir?
H. A.: Orta Asya’nın stratejik önemini biz keşfetmiş değiliz. 19. yy.’da, Rusya, İngiltere gibi ülkelerin rekabetlerinin olduğu dönemde en stratejik bölgelerden biri sayılıyordu. Ekonomik bakımdan ağırlığı olan bir bölge hidrokarbon kaynakları var. Diğer bölgelerin tam ortasında duruyor. Siyasi bakımdan da bir önemi var. Sovyetler dağıldıktan sonra beş tane bağımsız cumhuriyet çıktı ortaya. Bu da ayrı bir önem atfediyor.
Bizim içinse özel bir önemi var. Birincisi aynı kültürü paylaştığımız, halklar olarak birbirimize karşı dostane hisler beslediğimiz bir bölge. Bizim bu duruma müstağni kalmamız mümkün değil. Yani bu bölgeyle ilişkileri geliştirmek için psikolojik ortam hazır. Nitekim 1992 yılından beri de ilişkiler çok gelişti. Daha öncesini düşünürseniz, aşağı yukarı Büyük Selçuklu Devleti yıkıldığından beri ayrı kalmışız. Bin yıllık bir ayrılıktan sonra, yirmi yılda kat ettiğimiz mesafe büyüktür. Tabiatıyla da büyük bir önem atfediyoruz
F. S.: 1917’den 1990’ların başına kadar Sovyet Dönemi üzerinden yürüyen ilişkiler söz konusuydu. 1991’le birlikte Türk Dünyası sizinde ifade ettiğiniz gibi yeni ve bağımsız cumhuriyetler kazandı. 1992’den günümüze kadarki sürece baktığımızda Türkiye-Türk Dünyası ilişkilerinin nasıl bir seyir izlediğini düşünüyorsunuz?
H. A.: Sovyetlerin dağılması, Türkiye’nin hazır olmadığı, beklenmedik bir gelişmeymiş gibi oldu. Fakat Türkiye çabuk toparlandı ve 1991 Eylül’ünde, benim Moskova Büyükelçiliğinde Elçi Müsteşarı görevinde bulunduğum dönemde, Büyükelçi Bilal Şimşir’in başkanlığında, Elçi Kurtuluş Taşkent ve benim de yine içinde bulunduğum üç kişilik heyet, önce Bakü’ye daha sonra bütün Orta Asya cumhuriyetlerine bir ziyarette bulundu. Bu ziyaretlerin sonunda Eylül ayında, bu cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde derhal tanınmalarına dair bir rapor verdik. Nitekim Aralık ayında bağımsızlıklarını ilan ettiler ve ilk tanıyan biz olduk.
F. S.: Bölgede bulunduğumuz dönemlerde de sık sık karşılaşıyoruz, bunu hiç unutmuyorlar sanki. Bütün siyasi, bürokratik erkân Türkiye ile konulurda, bu hususla ilgili “Türkiye bizi ilk tanıyan ülke” diye bir atıfta bulunuyorlar.
H. A.: O dönemde kullandığımız bir tabir de şu: İlk tanıyan olmak bizim için bir tarihi borçtur. Ve bütün Sovyet cumhuriyetlerini tanıdık.
F. S.: Orta Asya’daki beş cumhuriyet ve Kafkasya’daki Azerbaycan olmak üzere tamamını ilk tanıyan ülke Türkiye’dir değil mi?
H. A.: Evet ama zaten Sovyetler Birliği gönüllü bir şekilde dağıldı.
F. S.: Türk Dünyası Liderler Zirvesi, değişik isimlerle de olsa 15 yıldır devam ediyor. Bu zirvenin tarihçesine ilişkin bilgi verir misiniz?
H. A.: İlk zirve 1992 yılında Ankara’da yapıldı. 18 yılda, 10 zirve düzenleyebildik. İlk zirvenin heyecanını, suya sabuna dokunmayan bildirisine bakarsanız anlayabilirsiniz. İkinci zirve, 1994 yılında İstanbul’da, daha sonra sırayla diğer ülkelerde zirveler yapıldı.
Konsey Sekretaryası yahut İşbirliği Konseyi’nin tarihçesinden bahsetmek gerekirse; 1995 yılındaki Taşkent zirvesinde böyle bir konseyin kurulması kararlaştırıldı. Daha sonra 1996 Astana zirvesinde bunun tüzüğü onaylandı. Fakat sonra kaldı ve ilerleyemedi. Çünkü her zaman bütün Türk devletlerini aynı düşünce etrafında toplamak, aynı mekanizmayı kurmaya ikna etmek kolay olmuyor. Kendilerine göre çeşitli nedenleri veyahut değerlendirmeleri oluyor. Onun için 2009 yılına gelindiğinde, ‘biz kervanı düzelim, sonra bize katılan olursa katılır’ düşüncesiyle, 3 Ekim 2009’da, Nahçıvan’da, Nahçıvan Anlaşmasıyla Türk Devletleri İşbirliği Konseyi’nin kurulmasına karar verdik.
F. S.: 1992 yılında başlayarak belirli aralıklarla ve istikrarlı bir şekilde devam bir süreçten bahsediyoruz. Bu zirvelerin önemi, amacı nedir?
H. A.: Dünyadaki tek bağımsız devlet, uzun bir dönem sadece Türkiye idi. Ondan önce de Osmanlı Devleti idi. Diğerleri ise ya yarı bağımsız ya da sömürge durumundaydı. Altı bağımsız Türk devleti ortaya çıkınca, tabiatıyla bunlar arasındaki ilişkileri güçlendirmek amacını edindik. Her konuda ortak fikirde buluşmasak dahi, toplanıp karşılıklı fikir alışverişinde bulunmak önemli bir şeydi.
Bin yıldır ayrı olduğumuz bir bölgeyle ilişkilerde bulunuyoruz. Herhangi bir şekilde aceleciliğe gerek yok. Çünkü bin yıllık bir açığı kapatıyorsunuz. Bunun için 18 yıl o kadar da fazla bir süre değildir.
F. S.: Peki gerçekleştirilen bu zirvelerin amaçlarına ulaştığı ya da buna uygun hizmet ettiği söylenebilir mi?
H. A.: Elbette. Öncelikle bu zirveler Nahçıvan Anlaşmasını hazırladı ki bu zirveler gerçekleşmemiş olsaydı, bu anlaşmalar ortaya çıkmazdı.
F. S.: Bin yıllık bir açığı telafi etmek için 20 yıl pek de uzun bir süreç değildir. Sabırlı olmak gerekiyor diyorsunuz. Türk Dünyası dediğimizde ya da Türk Dili konuşan Ülkeler Zirvesi dediğimizde belli ülkeler katılıyor. Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Azerbaycan… Ama biliyoruz ki bölgede başka önemli aktörler de var. Rusya var en başta; Çin var doğal olarak; ABD özellikle 11 Eylül’den sonra fiilen bölgede rol üstlenmiş durumda.
Türkiye’nin bu tür bölgesel işbirliği çalışmalarına öncülük etmesi, aktif rol üstlenmesi diğer ülkelerle ilişkileri ne yönde etkiler?
H. A.: Herhangi bir yönden etkileyemez ve zaten bunun bir gerekçesi de yok. Çünkü bakarsanız, Nahçıvan Anlaşması’yla ortaya çıkan işbirliği konseyine üye olanların yanı sıra diğer iki Türk cumhuriyeti, Özbekistan ve Türkmenistan’ın, Rusya ile iyi ilişkileri var. Türkiye ile Rusya’nın ticaret hacmi, krizden önce 40 milyar doları buluyordu ve geçen Mayıs ayında, yüksek düzeyli bir işbirliği mekanizması kuruldu. Rusya’yla herkesin yaptığı bir durum değil. Aynı şekilde Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan’la iyi ilişkileri var. Öte yandan BDT içindeler ve Şanghay İşbirliği Örgütü içindeler Çin ile beraber.
Şöyle bir yanlış anlayış var: Bir istikamette iyi ilişkilerimizi geliştirirken diğer istikametleri sanki halının altına atıyormuşuz gibi. Hayır, pekâlâ aramızdaki ilişkileri de geliştiririz; bütün diğer ülkelerle olan ilişkileri de geliştiririz. Bu kimseyi ilgilendirmez açıkçası.
F. S.: Zaten ne Rusya’dan ne de diğer ülkelerden, o yönde bir tepki de ortaya çıkmadı sanki.
H. A.: Çıkmaz, çünkü gerekçesi de yok. Rusya ile kimse ilişkilerini bozmak istemiyor. Ama en nihayetinde biz de aramızdaki dayanışmayı örgütlü bir hale getirdik. Ona da tabii kimsenin ses çıkarmaya hakkı yok, zaten gerekçesi de yok. Niye çıkarsın ki?
F. S.: Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz sanıyorum: Türkiye’nin bu tür hamleleri diğer ülkelere rakip şekilde değil, tamamlayıcı, bölgesel barışı, işbirliği ve dayanışmayı destekleyici bir mekanizma olarak algılanmalı değil mi?
H. A.: Tabii ki. Bunun benzerleri Güney Amerika, Körfez İşbirliği Konseyi ve Arap Ligi’nde var. Bunları hiç kimse tehdit olarak görmüyor, göremez de zaten.
F. S.: Nahçıvan’da yapılan 2009 zirvesine sık sık atıfta bulunuyorsunuz. Nahçıvan Zirvesi’nin önemi nedir? Bu süreçte neden kritik bir öneme sahiptir?
H. A.: Aslında Türk tarihinde kritik bir öneme haiz olacak. Biliyorsunuz bunlar tarihe 100-200 yıl sonra yazılıyor. Aktüel olarak ilk defa dört Türk devleti bir araya geliyor ve bir örgüt kurmaya karar veriyorlar. Uluslararası bir örgüttür bu. Çünkü bütün organı var. Devlet Başkanları Konseyi, Dış İşleri Bakanları Konseyi, Kıdemli Memurlar Komitesi, Aksakallar Konseyi ve Sekretaryası var. Bu tam anlamıyla komple bir devletlerarası, milletlerarası örgüttür. Bu önemli! Genellikle dört Türk devletinin bir araya geldiği tarihte pek görülmüş bir şey değildir. Bu da ikinci önemli husus.
F. S.: Bir de tabii bir araya gelen Türk devletleri tarihteki adlandırmayla söylersek Doğu Türkleri ile Batı Türkleri bir araya gelmiş oluyor değil mi? Osmanlı dönemine baktığımızda Doğu Türkleri ile Doğu Türkleri ayrımına değinilir. Bu süreçte hem Doğu Türklerini temsil eden devletler, hem de Batı Türklerini temsil eden devletler, ortak bir yapı içerisinde bir araya gelmiş oluyor. Tabii bu Türk Konseyi dışında, Nahçıvan’da, başka bir takım somut kararların da alındığını biliyoruz. Geçen sürede bunlarla ilgili somut adımlar atıldı mı?
H. A.: Türk Akademisi, Astana’da kuruldu. Okuduğunuz bildiride de, bu akademinin yanına bir Türk kütüphanesi, Türk müzesi kurulacak. Daha sonra Türk soyu merkezi, Ankara’da, Türk soyu faaliyetlerini destekleyici veya ona koşul olarak Azerbaycan’da da bir fon kurulacak.
F. S.: Bir kültür yaşatma vakfı gibi değil mi?
H. A.: Evet. Tarihle ve Türk kültürüyle ilgili araştırmaların yapıldığı bir vakıf kurulacak. Şimdilik bu sekretarya kuruldu İstanbul’da, zirvenin son günü, devlet başkanlarının onayıyla. Şimdilik yeni bir organizasyon öngörmüyoruz.
F. S.: Dolayısıyla şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Bu yeni örgütün birileri, üye ülkelerin başkentlerinde yerleşik hale gelecek. Yani konsey sekreteri İstanbul’da, Türk Akademisi Astana’da, Türk Parlamentolar arası Bakü’de… Böylece her ülkenin süreçte doğrudan aktif rol aldığı, tabiri caizse elini taşın altına koyduğu bir birlik söz konusu.
Daha yakın tarihe gelirsek, 16 Eylül 2010’da İstanbul’da bir zirve gerçekleşti. Bu onuncu zirveydi ve gerek katılımcı ülke sayısı ve temsil düzeyi, gerekse alınan kararlar açısından öne çıktı bu zirve. İstanbul zirvesine değinir misiniz? Onuncu zirvenin önemi ve özgünlüğü nedir kendi içinde?
H. A.: Nahçıvan Zirvesinden bir yıl sonra yapıldı ve bu zirveye katılmayan Türkmenistan devlet başkanı düzeyinde katıldı.
F. S.: Epey bir aradan sonra, devlet başkanı düzeyinde katıldı Türkmenistan.
H. A.: Evet, epey bir aradan sonra katıldılar. Saparmurat Niyazov zamanında katılırlardı. Daha sonra meclis başkanlarını, başbakan yardımcılarını gönderdiler. Bu sefer devlet başkanları düzeyinde katıldılar. Bu önemli bir husus.
Türkçe Konuşan Devletler İşbirliği Konseyi’nin ilk toplantısı olacaktı bu fakat Türkmenistan katılınca onuncu zirve dedik. Türk İşbirliği Konseyi’nin ilk toplantısı, 2011’de, Astana’da, daha sonra da Bişkek’te yapılacak. Bişkek, Astana olarak sıraya konulmuştu fakat Kırgızistan’daki olaylardan sonra İstanbul’da yapıldı.
F. S.: Birde kapanış bildirisine atıfta bulundunuz. 3 Ekim’in “Türk İşbirliği Günü” olarak kutlanması öngörülmüştü değil mi?
H. A.: Evet, bir bakıma bu sekretaryanın bayramı olacak.
F. S.: “Yüksek Türkçe” tabiri, Türkiye ya da İstanbul Türkçesinin ortak dil olarak kullanılması yansıdı basına.
H. A.: Yüksek Türkçe, alçak Türkçe… basın nereden çıkardıysa bunu. Herhalde Almancadan filan tercüme ettiler. Açıkçası bazı gazeteler ilgilendi. Türk kamuoyu daha fazla ilgili bu konuda fakat gazetelerin tutumları ilginçti. Herhalde bir cinayet haberi olmadığı için böyle önemli bir siyasi olaya yeterince ilgi göstermediler. Bazılarının verdiği haberlerse yarım yamalak.
Yüksek Türkçe meselesi değil. İstanbul Türkçesi 19. asırda, bütün Türk halkları, aydınları tarafından kabul edilen bir Türkçeydi. Ve kendi aralarında İstanbul Türkçesi konuşarak anlaşıyorlardı. Bakarsanız Orta Asya’da bazı aydınların İstanbul’da okuduğunu görürsünüz. Bazıları buraya gelip yerleşmiştir. Tabii hepsi bağımsız devlet ve kendi dillerini tayin edecektirler. Biz lehçe diyoruz onlar dil diyorlar. Dil diyorlarsa dildir. Kimsenin buna bir itirazı yok. Ama filolojik bakımdan ayrı dil saymak da mümkün değil. Eğer siz Kazakça konuşurken aniden Türkçe konuşmaya başlıyorsanız, Kazakça ‘col’ diyorsunuz, Türkçe ‘yol’ diyorsunuz. c ile y’nin yerlerini değiştirdiğinizde Türkçe konuşmaya başlıyorsunuz. Bu ne biçim bir ayrılıktır. Bu ayrılık üzerinde fazla durmak galiba bizim genel cehaletimizle ilgili. Yaklaşmayacak şeyler değil. Mesela 18. asırdaki Türkmen şairi Mahdum Kulu’nu biz Türkmenlerden daha iyi anlarız. Çünkü ortak bir dil varmış ve siyasi nedenlerle yeni diller yaratılmaya çalışılmış.
Biraz geriye gidersek ortak bir kelime hazinesi hatırlamak da mümkün. Bunun üzerine çalışabiliriz. 1992’den sonra, Türk Lehçeleri adında bir sözlük çıktı, 5 bin kelimelik. Şimdi ise 10 bin kelime olarak çıkacak. Sonra mevcut çalışmalardan yararlanılarak etimolojik kökler konusunda çalışmalar yapılacak. Bunlar tabi hep akademinin işleri. Bir eşgüdüm konusu var ki aramızdaki bütün konuları eşgüdüm haline getireceğiz. Dilden başlamak çok önemli. Size şunu da söyleyeyim: Dışişleri Bakanları Konseyinde İstanbul Türkçesi kullanıldı.
F. S.: Tercümansız konuşuldu değil mi? Müzakerelere bu nasıl yansıdı peki?
H. A.: İlla milleti memnun etmek için tercüman mı kullanacağız.
F. S.: Şunu teyit etmek amacıyla soruyorum: Bazı gazetelerde simültane tercüme araçlarıyla anlaşıldığı şeklinde haberler yapıldı ama siz sürecin içindeydiniz.
H. A.: Tabii tabii. Sorsalardı söylerdik. Hepsinin konuşması İstanbul Türkçesiyle yapıldı. Ama konuşmaları İstanbul Türkçesiyle yapın diye bir zorlama yok aksine herkesin kendi dilinde konuşma hakkı vardı. Kazakça da konuşabilirdi Kırgızca da konuşabilirdi. Ama İstanbul Türkçesiyle konuştu herkes.
F. S.: Sanıyorum devler başkanlarının basına açık kısımlarda Rusça konuşması bu algıya sebep olmuş olabilir.
H. A.: Hayır, şöyle bir durum var ki o da tercümeden kaynaklanıyor. Rusçaya tercüme ediliyor arkasından da diğer lehçelere tercüme ediliyor. Çünkü ortak dil Rusça orada. Diğer türlü vakit alıyor. Mesela Sayın Berdimuhammedov Türkmence başladı, fakat anladı ki iki dakika sonra tercüme edilecek, bunun üzerine Rusça konuşmaya başladı. Teknik bir gerekçeden dolayı gelişen bir mevzu idi.
F. S.: Özbekistan son birkaç zirveye katılmadı. 90’lı yıllardaki birkaç zirveye katıldığını biliyoruz. Son dönemde, Türkmenistan’ın da katılımıyla beraber, bir tek Özbekistan kaldı bu Türk zirvelerine katılmayan. Özbekistan’ın son dönemde zirvelere katılmamasını nasıl değerlendirmemiz mümkündür?
H. A.: Özbekistan, Orta Asya’da çok önemli bir devlet. Buhara, Semerkant, Merv ve güneyde Herat, Türk medeniyetinin yıldız şehirlerinden. Elbette ki Özbekistansız bu iş tamam olmuyor. Ama en nihayetinde Özbekistan’ın katılmasına hiçbir engel yok. Kendi kararlarıdır, istedikleri zaman katılırlar. Zaten bizim cumhurbaşkanımız da Özbekistan’ın bu zirvelerdeki yokluğunu hissettiğimizi söyledi. Çeşitli mekanizmalar var. Türkmenistan kendi daimi tarafsızlık politikası yüzünden örgüte katılamayacağını söyledi ama her zaman toplantıda hazır bulunacak anladığımız kadarıyla. Gelecek sene Türkmenistan bağımsızlığının 20. yılını diğer Türk devletleriyle birlikte, geniş bir şekilde kutlamayı arzu ediyor. Bütün herkes de oraya gidecek. Sekretarya da herhalde bu işin içinde olacak. Türkmenistan’ın üye olmamasına rağmen. Fiili bir işbirliği olacak zaten.
F. S.: Kapanış bildirisine mi yansıdı bu 20. yıl kutlamalarının ortak yapılması?
H. A.: Evet, son dakikada yansıdı. Çünkü Türkmenistan Cumhurbaşkanı geç katıldı zirveye. Bir gün öncesinde bildiri hazırdı. Bunu söyleyince biz de bildiriye koyduk.
F. S.: Dolayısıyla bu iş konseyinin önemli faaliyetlerinden biri olacak değil mi?
H. A.: Konsey ne ölçüde karışacak belli değil. Türkmenistan bu işi büyük bir şekilde, kültürel etkinliklerle kutlamak istiyor. Elbette ki bağımsızlık kutlanıyor, diğer ülkelerin de katılacağını biliyoruz. Ama ne ölçüde bizim işbirliğimizi ister, ne ölçüde yardım ister veya fikir ister, bunu bilemiyorum. Ama biz hazırız.
F. S.: En azından diğer ülkelerin katılımıyla, yüksek düzeyde temsille yapılması öngörülüyor. Son iki zirvede ülkeler arasında somut adımlar atıldığını biliyoruz. Kurumsal bir yapılanmaya gidildi. Demin isimleri sayıldı ama bu birimlerin üzerinde kısa kısa durmak istiyorum. Bu Parlamenterler Asamblesi, Devlet Başkanları Konseyi, Dışişleri Bakanları Konseyi, Aksakallar Konseyi, Kıdemli Memurlar Komitesi… Bunları birer cümleyle açmak gerekirse neler söylemek mümkün?
H. A.: Parlamenterler Asamblesi, doğrudan doğruya parlamentolar arasındaki ilişkilerde onların bir ortak örgütü.
Akademi ise tamamen bilimsel çalışacak bir kurum. Bunlar Nahçıvan zirvesinden sonra hemen faaliyete geçtiler. Sekretarya, özellikle İşbirliği Konseyinin faaliyetlerini daha düzenli bir şekilde yürütmek ve takip etmekle görevli.
Aksakallar Konseyi, serbest düşünce kuruluşu. Herkes aydınlarını bu konseye tayin edecek ve bu aydınlar da işbirliği konseyi hangi istikamette gitmelidir, neler yapmalıdır veyahut neleri yapmaktan kaçınmalıdır gibi düşünce üretecekler.
F. S.: Bir istişare mekanizması, danışma mekanizması gibi, değil mi?
H. A.: Evet. Kıdemli Memurlar Komitesi ise teknik bir komite. Sekretarya ve diğer hususlar ile ilgili konular öncelikli olarak burada ele alınacak. Mesela Kasım ayında bir toplantı yapmamız lazım bazı tüzükleri, özellikle mali hususlara ilişkin protokolleri kabul etmek için. Bu Kıdemli Memurlar Komitesinde ele alınacak, Dışişleri Bakanları Konseyine sunulacak ve daha sonra bazı belgeler devlet başkanlarına veya onların yetki verdiği diğer kurumlara kadar gidecek. Mesela mali hususlarda yetki dışişleri bakanlığına devredilmiştir Nahçıvan Anlaşmasına göre.
F. S.: Tabii bu yeni yapılanmada daimi sekretarya çok önemli bir yer tutuyor. Amaca değindiniz ama daimi sekretaryanın işleyişine ilişkin de bilgi verir misiniz biraz? İşleyişi, mekanizması pratikte nasıl yürüyecek, nasıl oluşacak?
H. A.: Sekretaryanın kuruluşu vakit alan bir şey. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ismini bile 7-8 senede alabildi. Şartının kabulü kaç sene sürdü, belgelerinin kabulü kaç sene sürdü! Kolay bir şey değil. En az üç senelik bir iş bu. Yavaş yavaş, kademe kademe gidilecek. Mesela Pazartesi günü geçici binada olacağız. Ama bu geçici binadan sonra daha büyük ve işlevsel bir binanın tahsil edilmesi lazım. Sonra yavaş yavaş memur alımına gideceğiz.
Bir kere bu zirveleri izleyecek Bakanlar Komitesinin ve aynı şekilde Aksakallar Konseyinin de sekretaryası olacak. Takip edecek, belgeleri hazırlayacak bir örgüt. Belgeler diğer organlar tarafından tartışılacak ve kabul veya ret edilecek. Bir de ayrıca proje üretecek. Hemen daha sekretarya kurulmadan önce bir görev verdiler örneğin. Devletlerarasında anlaşmazlık yaşanan bir husus için sekretaryanın ortak bir metin hazırlamasını ve bunun görüşülmesini istediler. Bu sekretaryaya verilecek görevlerin ağırlığı konusunda bir fikir vermiştir. Daha kurulmadan görev verildi. Tabiatıyla yavaş yavaş, hangi görevler verilir, bununla ilgili nasıl destekler sağlanır ortaya çıkacak.
F. S.: Ülkelerin temsili nasıl olacak?
H. A.: Herkesin bir delegasyon, temsilcisi olacak. Tabii uluslar arası bir sekretarya olacağı için her ülkeden memurlar olacak. İlk genel sekreterin Türkiye’den olması kararlaştırılmış ve Türkiye de beni aday gösterdi ve kabul ettiler. Diğer ülkelerden birer genel sekreter yardımcısı olacak. Bunların da gelip yerleşmesi biraz yer meselesine bağlı.
F. S.: Bütün bu saydıklarınız bir araya getirildiğinde hacimli bir sekretaryanın oluşacağını anlıyoruz. Çünkü her ülkeden bir genel sekreter yardımcısı, her birimle ilgili bir sekretarya altyapısı, ülke temsilcileri… Büyükçe bir kurum oluşacak sanki.
H. A.: Üç yılın sonunda benim öngördüğüm kadro 22 kişilik. Daha fazla değil.
F. S.: Siz kurucu genel sekreter rolü üstlenmiş oldunuz. Görev süresi ne kadar?
H. A.: Üç yıl.
F. S.: Daha sonra genel sekreterlik pozisyonu için ülkeler arasında nasıl bir durum söz konusu?
H. A.: Rotasyonla olacak.
F. S.: İstanbul Zirvesinin sonuç bildirgesine baktığımızda öne çıkan hususlar nelerdir?
H. A.: İş konseyi kurulacak. Bu sekretaryanın bir görevi de iktisadi ilişkilerin daha da geliştirilmesine bir ivme kazandırmak. O bildiride yer alan her husus sekretaryanın görevi. Daha sonra kurulmuş bir sürü kurumlar var, onların işleyişi net hale getirilecek. Demin bahsettiğimiz Türk Akademisi kurulacak. Astana Kültür Başkenti kutlamaları organize edilecek.
F. S.: Bundan önce de 2008’de Taşkent İslam Ülkeleri Başkenti ilan edilmişti.
H. A.: Taşkent önemli bir şehir ama İslam ülkeleri adına Semerkant ve Buhara daha önemli.
F. S.: Söz dönüp dolaşıp ister istemez Semerkant’a geliyor. Bu vesileyle belki izleyicilerimizin merakını da uyandırmış oluruz. Gerçekten görmeye değer şehirler, değil mi, yeri gelmişken değinmeden edemedim, bir açık müze sanki.
H. A.: Ve 15. asra kadar buralar büyük bir ilim merkezi.
F. S.: Sadece bölgesel olarak değil, bütün dünya çapında bu böyle. Süremiz daralıyor. Ben de birbiriyle bağlantılı iki soruyla programı kapatmak istiyorum. Basın da dâhil olmak üzere, Türk kamuoyunun bölgeye ilgisinin arttırılması için ve belki bununla bağlantılı olarak, Türkiye ile Türk cumhuriyetlerinin ilişkilerinin geliştirilmesi için geleceğe dönük neler yapılabilir, yapılmalıdır? Bu mesajınızla kapatalım isterseniz.
H. A.: Tanıtma konusunda sekretaryanın çok çalışması lazım. Basının da ilgi duyması lazım. Tekeden süt çıkarılır ama tekenin de işbirliği yapması lazım. Böyle bir tabir vardır Anadolu’da. Tabii tanıtmak için biz elimizden geleni yapacağız. Sadece Türk kamuoyuna değil, diğer ülkeler kamuoyuna da tanıtmak için elimizden geleni yapacağız. Sizin verdiğiniz basın özetlerine baktığımda bazılarının ilgi gösterip bazılarının göstermediğini gördüm. Herhalde öncelikleri başka. Göstermeseler de olur.
F. S.: Ama bunun telafisi için sekretarya önemli bir mekanizma olacak.
H. A.: Daha kuruluşumuzun üzerinden iki gün geçmesine rağmen, herhangi bir basın mensubu bilgilenmek istiyorsa, biz her zaman için hazırız. Elimizde hangi bilgi varsa onu vereceğiz. Ayrıca birde web sayfası yapacağız. Bu bütün Türk dillerinde olacak. Bunun hazırlığı biraz sürecek ama bunda kararlıyız. Malum şimdi bir sürü şey internetten öğreniliyor.
F. S.: En doğru bilgiyi kaynağından alma imkanı bulacaklar.
H. A.: Kapımız her zaman açık. Bizim hiç kimseden gizlimiz, saklı bir gündemimiz yok.
F.S.: Biliyorsunuz TRT Avaz kanalı ağırlıklı olarak Orta Asya, Kafkasya bölgesinde izleniyor. Hem Türkiye’de hem de bölgede bizi izleyen izleyicilerimize bir mesajınız varsa bununla kapatalım programımızı.
H. A.: Bu 10. Türk Zirvesi’nin gerçekten de bir dönüm noktasını teşkil ettiğinin bilincinde olmaları lazım. Türk devletleri arasındaki dayanışmayı, işbirliğini güçlendirecek bir zirve ve bundan da her Türk devleti yararlanacaktır.
F. S.: Bu ortak bir çalışma ve herkesin de yararına olacak bir sinerji.
H. A.: Herkes yararlanacaktır. Buna katkıda bulunan herkese de müteşekkir kalırız.
F. S.: Biz de size teşekkür ediyoruz. Yeni görevinizde başarılar diliyoruz.