Türk Dünyasında Müzik ve Resim Sanatları
Türk Dünyasında Müzik ve Resim Sanatları, (Tacigül Küntüz – Kırgız Ressam; Arif Azertürk – Azeri Müzisyen), 25 Aralık 2010.
Fahri SOLAK: Bugünkü programımızda “Türk Dünyasında Müzik ve Resim Sanatı” konusunu konuklarımızla birlikte ele alacağız. Açılışımızı Azerbaycan Türkü, müzisyen arkadaşımız Arif Azertürk’ün güzel canlı performansı ile yaptık. Arif Bey hoş geldiniz.
Arif AZERTÜRK: Hoş bulduk efendim.
F. S.: Elinize sağlık, teşekkür ediyoruz.
A. A.: Ben teşekkür ederim, sağ olun.
F. S.: Diğer konuğumuz bir Kırgız ressam. Kırgız ressam diyorum ama Türkiye’de doğmuş büyümüş. Fakat köken itibarıyla Kırgızistanlı bir ressam konuğumuz var, Tacigül Kündüz. Siz de hoş geldiniz. Öncelikle teşekkür ediyorum programımıza geldiğiniz için.
Bu çaldığınız, dinlediğimiz enstrüman neydi, bundan başlamak istiyorum. İzleyicilerimizle paylaşabilir misiniz?
A. A.: Öncelikle programa davet ettiğiniz için teşekkür ederim.
Bu Azerbaycan’ın milli enstrümanı Tar’dır. Bildiğimiz gibi, artık Türkiye’de de eğitimine yüksek seviyede devam ediliyor. Hem İstanbul’da hem Ankara’da hem diğer şehirlerimizde artık tar eğitimi veriliyor, Türk çalgısı olduğu için. Türkiye’de 30 yıla yakındır hem TRT Radyosu’nda hem de akademik konularda hem eğitimi veriliyor, hem de icra ediliyor.
F.S.: Bağlama gurubundan bir enstrüman mıdır? Türkiye’de bağlama yaygın olarak bilinir, onun için soruyorum.
A.A.: Bağlama grubu demek doğru olmaz, bence kopuz grubu dersek daha doğru olur.
F.S.: Daha tarihi köken itibariyle…
A.A.: Evet, çünkü her şey kopuzdan meydana gelmiştir. Ama tar, kopuz kadar kadim, eski bir enstrümandır. Atilla dönemine kadar dayanır! Neredeyse üçüncü, dördüncü asırdan beri mevcuttur. Eserlerde geçiyor tarın ismi.
F.S.: Enstrümanlar konusuna devam edeceğiz ama, Tacigül Hanıma dönmek istiyorum. Açılışta da belirttim, Kırgız ressam ama Türkiye’de doğup büyümüş. Sizi tanıyabilir miyiz Tacigül Hanım?
Tacigül KÜNDÜZ: Ben bir göçmen ailenin çocuğuyum. Dediğiniz gibi ailem Kırgız kökenli. Kırgızistan’dan 1930’larda, babam daha çok küçükken ayrılmak zorunda kalmışlar. Dedem o dönemin mücahitlerinden. Büyük bir kahramanmış. 14 yaşında kaymakamlık verilmiş. Büyük kahramanlıklar gösteren bir kişi. O dönemin şartlarında direnebildikleri kadar direnmişler. Şartlar yüzünden Doğu Türkistan’da 7 yıl kalmışlar. Doğu Türkistan’da da Çinliler ve Ruslar anlaştıkları için, ellerindeki onların deyimiyle çeteleri teslim edeceğiz deyince Doğu Pakistan ve Hindistan o zaman bölünmemiş, ortak bir ülkeymiş, oraya geçiyorlar. Orada 17 yıl bekliyorlar. Ruslar çekilirse ülkemize döneriz diye. Daha sonra orası da Sovyet sosyalistliğini ilan edince, daha doğrusu Türk cumhuriyetlerinin, Türk boylarının hepsi Sovyetlerin egemenliği altına girince 1954’te Türkiye’ye göç ediyorlar.
F. S.: Kırgızistan’ın hangi bölgesinden aileniz?
T. K.: Oş bölgesinden, Özgen’deniz.
F. S.: Mücahit dediğiniz Sovyet tabiriyle, “basmacı birlikleri”, bağımsızlık mücadelesi verenler değil mi?
T. K.: Basmacı evet. Rus arşivlerinde dedemden çok bahsedilirmiş. Hatta emrinde 2 bin asker olduğu söyleniyor. Büyük kahramanlıklar göstermişler. Hatta Pakistan’a geldiği zaman, uzun bir zaman inzivaya çekilmiş. Ben bu durumlara düşecek, ülkesinden ayrılacak biri miyim diye. Sıkıntı çekmişler tabii. Pakistan’da dil sorunu, ülke, insan sorunu hep olmuş. Hep hayalleri bir Türk ülkesine gitmek olmuş. Tabii amcamlar yollarda dünyaya gelmişler. Türkiye’ye geldiklerinde ya gençmiş, ya ufakmışlar. Kalabalık bir aileyiz. Özgenler denir bize.
O dönemde Orta Asya’da soyadı olmadığı için, sınırda sormuşlar sizin soyadınız ne diye? Ne olduğunu anlamayınca demişler ki hangi bölgeden geldiniz? Özgen deyince soyadımız Özgen olarak kalmış. Şimdi Türkiye’nin Avrupa’nın birçok yerinde akrabalarım var.
F. S.: Arif Bey sizin Türkiye’ye gelişiniz hangi yıllara dayanıyor?
A. A.: Ben nerdeyse 17 yıldır sürekli oturuyorum Türkiye’de.
F. S.: 1993 yılından itibaren mi?
A. A.: Evet 1993, ama daha önceleri gelip gitmiştik. Hem konser vasıtasıyla hem de Şam’da çalıştığım sıralarda buradan transit olarak geçip gidiyordum. Ama kalıcı olarak 1993 yılında geldim.
F. S.: O zaman Şam’da çalıştınız, uluslararası bazı organizasyonlarda bulundunuz. Biyografinize ilişkin kısa bir özet yapar mısınız izleyicilerimiz için?
A. A.: Ben Azerbaycan’da Bakü’de doğdum. 1967 yılında. 10 yaşında müzik eğitimine başladım. Daha sonra çocuk müzik eğitimi 5 sene. Okulu bitirdikten sonra 4 senelik koleje, müzik kolejine gittim. Koleji bitirdikten sonra Azerbaycan Devlet Konservatuarı diyelim, bugünkü adı Azerbaycan Müzik Akademisi’nin Yüksek Çalgı Bölümünden mezun oldum. Aynı zamanda Orkestra Şefi ve Pedagog olarak diplomalarım da mevcuttur. Daha öğrenciyken ben Kültür Bakanlığı Filarmonisi’nde bir müzisyen olarak çalıştığım sıralarda Sovyetler Birliği zamanı tabi o zamanlar… 1991 yılında beni Moskova’dan Suriye’ye görevlendirdiler, Ud sınıfını kurmak için. Suriye’de Şam’da konservatuar yeni kurulmuştu. Ben iki sene kadar orada görev yaptım. Bu süre zarfında diğer Arap ülkelerine hem master class hem hocalık için, hem de performansımızı göstermek amacıyla öğrencilerimle konserlere katıldım, Suriye’yi temsilen. Benim gerçek soyadım Abdullahzade. Ama sahne soyadım Azertürk. Şimdi ismimle soyadım Arapça olduğundan dolayı ben Türk olduğumu ve Azerbaycanlı olduğumu belirtmek için böyle bir soyadı seçtim. Ve konserlerimde bu soyadı kullanmaya başladım. 1993 yılında Türkiye’ye gelirken öncelikle Kültür Bakanlığı’na başvurdum. Devlet korosunda çalıştım bir sene kadar, halk müziği korosunda. Daha sonra Gaziantep Üniversitesi’nin konservatuarından teklif aldım. Oraya tar sınıfı kurmaya gittim. 8,5 – 9 yıl kadar orada görev yaptıktan sonra İstanbul’a yerleştim. Burada da İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda tar hocalığı yaptım yıllarca. Sanat faaliyetimiz hem UNESCO’nun he de uluslararası bazı konserlerde, festivallerde çok önemli müzisyenlerle sahneyi paylaşmaktayım. Halen aktif sahne hayatım devam ediyor. Hem Türkiye hem Azerbaycan’ı temsil ediyorum aynı zamanda.
F. S.: Enstrüman sanatçılığı yanında, seslendirme de yapıyor musunuz?
A.A.: Hayır, maalesef enstrümantalistim. Telli, mızraplı enstrümanların çoğunu çalıyorum, çalmaya çalışıyorum. Bunun yanında bağlama, ud -ki ud hocalığı yaptım, ud benim ikinci sazımdır tardan sonra-, buzuki, cümbüş, perdesiz gitar gibi enstrümanları çalmaya çalışıyorum.
F. S.: Ud ve bağlama sanatçısı diye biliyoruz ama bu saydığınız bütün enstrümanları da başarıyla çalıyorsunuz…
A.A.: Tar ve ud sanatçısı diyebiliriz… Çünkü daha çok bu iki enstrüman üzerine yoğunluğum vardır. Daha yakınlarda İstanbul’da I. Uluslararası Dünya Ud Festivali gerçekleştirildi. Ben de davet aldım oradan. Son gün de orada nasip oldu Azerbaycan’ı temsil ettik. Bütün dünyanın dört bir tarafından gelen çok önemli udilerde vardı. Hem ud hem de tarla sahnedeydik.
F. S.: Tacigül Hanım, Türkiye’de doğdunuz, eğitim aldınız. Sizin eğitim hayatınız nasıl başladı, ressamlık nereden geliyor?
T. K.: Resim yapmak çocukluğumdan beri benim için bir tutkuydu. Ama o zamanın şartları ve terör olayları Türkiye’de çoktu herhalde. Ailenin tek kızı ve ilk çocuğuyum. Babam pek istemedi. Güzel sanatlar İstanbul’daydı sadece. Ben Çukurova Üniversitesi İşletme’yi bitirdim. Ama resim yapmayı hiç bırakmadım. Daha sonra evlendim, çocuklarım oldu. Çocuklarımı biraz büyüttükten sonra resme tekrar ciddi bir şekilde devam ettim. Şu anda atölyem var. Öğrenci yetiştiriyorum. Birçok karma, kişisel sergiye katılıyorum. Hatta bu sene TÜRKSOY’da Türkiye adına 19 ülkeyle Türkiye adına bir buluşma gerçekleştirdik. Ben Türkiye’yi temsil ettim, Ressamlar Buluşmasında çok da gururlandım.
F. S.: Hem Kırgız kültürünü bir şekilde temsil ediyorsunuz, hem de Türkiye adına bir katılım gerçekleştirdiniz…
T.K.: Evet. Geleneksel resimden geldim. Ama modern resme yöneldim. Atölyemde modern resim çalışıyorum, dört senedir. Araştırmalarımdan sonra üç senedir de “Kırgız Kadın Başlıkları ve Motifleri” diye bir sergi yapıyorum. Bunda da amacım dediğiniz gibi Kırgız kültürünü tanıtmak. Çünkü şu anda dünyada geçerli olan şey sanat, bir ülkeyi tanıtacaksanız. Benim de babalarımın, dedelerimin doğduğu topraklara bir vefa borcum diye düşünüyorum. Türk dünyasıyla ilgili her türlü kongrede, sempozyumda bu sergiyi tanıtmaya çalışıyorum. İnşallah Mayıs’ta da Kırgızistan’da bir sergimiz olacak.
F. S.: Kırgızistan’a gidiş gelişlerimden hatırladığım, her başlığın başka bir anlamı var değil mi?
T. K.: Tabi yöreye göre, yaşa göre, medeni durumuna göre… Evli, bekar olması, dediğiniz gibi medeni durum, yöreye göre değişiyor. Ama hepsinde de renklilik hakim. Türk dünyasında böyle çok canlı renkler hakim.
Gerçi Kırgız kadın başlıkları derken çok da sınırlamak istemiyorum. Çünkü Orta Asya’dan tutun, Türkiye’nin Anadolusuna kadar birbirine benzeşerek gelmiş. Bu takı takmaları, baş örtmeleri, baş süslemeleri hepsi birbirine benzeşerek gelmiş. Ben en son Türk dünyasıyla ilgili bir sergiye katılmıştım. Dediler ki mesela ben Tokat’tan geldim dedi biri. Dedi ki, ‘bizim hanımlarımızın da eskiden böyleydi baş bağlamaları’. Birisi dedi ki, ben işte Maraş’tan geldim. ‘Bizde de böyle püsküller vardı’ dedi. Demek ki taşınıyormuş bunlar.
F. S.: Kültürel devamlılık, süreklilik değil mi? Coğrafi uzaklık girse de araya bir şekilde devam ediyor. Bir şey sormak istiyorum. Orta Asya Cumhuriyetlerinde resim sanatının gelişmiş olduğunu biliyoruz. Kırgız ressamlar da en önde gelenler arasında yer alıyor. Bunun sebebi nedir? Yani genetik yatkınlık mıdır? Sovyet döneminde bu alana verilen emek midir?
T. K.: Her ikisi de. Genetik yatkınlık birinci faktör, ama Sovyetler döneminde Sovyetlerin güzel sanatlarında da ilk dönemler, yani devrimden sonraki dönemde değişik Türk cumhuriyetlerinden sanatçılar çağrılmış, yetiştirelim diye. Ama demişler ki sizin bizler gibi eğitim almanıza gerek yok zaten sizlerde kabiliyet varmış. Çok kısa bir eğitimden sonra geri göndermişler. Gerçekten biraz genetik herhalde.
F. S.: Böyle nesilden nesile aktarılan bir kabiliyet değil mi atalarınızdan gelen?
T. K.: Var tabi. Benim mesela baba tarafımda hep resim yapma alışkanlığı vardı.
F. S.: Peki Kırgızistan ile temasınız sürüyor mu? Gidiş, gelişleriniz var mı?
T. K.: Kırgızistan ile ilk tanışmam 1977’de oldu. O zamana kadar babamın anlattığı ilkelerle büyüdüm. Babam 12 yaşında ayrılmış ülkesinden bir daha dönememiş. Babam yıllarca bu Heidi’nin çizgi filmleri var biliyorsunuz. Heidi’yi dedesinin yanından İsviçre Alp Dağlarından alırlar Zürih şehrine getirirler bir arkadaşın yanına ve Heidi hep kaybolur. Akşam oluyor bir yerlerde kayboluyor. Arıyorlar günlerce bulamıyorlar. O saatlerde nerde? Sonra bakıyorlar ki apartmanın en tepesine çıkmış, uzaktan dağlara bakıp ağlıyor. Yani dağları özlemiş. Geldiği yerleri özlemiş. Babam o çizgi filmi görünce çok ağlardı. 1977 Yılında biraz imkansız bir şeydi. Sovyetler Birliği’ne bağlıydı Kırgızistan. Ama akrabalarını bulmuştu bir tesadüf sonucu. Kendi çok yakın akrabalarını. 1977’de bir çağrı üzerine gittik babam ve ben. Çok da cesaret gösterdi babam herhalde beni götürmekle. Üç ay Kırgızistan’da kaldık. İlk tanışmam Kırgızlarla, orijinal Kırgızlarla orada oldu. Dilimi öğrendim. İşte oranın alfabesini öğrendim. Üç aydan sonra biz geri döndük. Ama en azından kimliğimin ne olduğunu öğrendim. Yani neden çekik gözlüymüşüm onu anladım. Çünkü hep sorun oluyordu. Yani komik olacak belki ama. Bizim bir büyükelçimize -Ankara’ya geldiğinde- ben anlatmıştım. Ağlamıştı. Allah rahmet eylesin, Tölemiş Okeyev. Çok severdi sağ olsun. Ben ilkokula çok küçük yaşta başladım, 6 yaşında. Okula başladım etrafımı büyük kızlar sardılar. Dediler ki senin gözlerin niye böyle? Ben, ‘bilmiyorum’ dedim. Dediler senin burnun niye böyle? Ben yine ‘bilmiyorum’ dedim. Eve koştum. İlk yaptığım aynaya bakmak oldu. Ben farklı mıyım bunlardan? Bilmiyor muşum meğer! Ondan sonra farklı olmanın artılarını da eksilerini de yaşıyorsunuz. Tabii farkınızın neden olduğunu bildiğiniz zaman gurur duyuyorsunuz. Ben çocuklarıma da anlatıyorum. Yani bu çekik göz olmayı, kalıtımsal biliyorsunuz. Orta Asya’nın özellikleri…
F. S.: Arif Bey, enstrümanlar üzerine bir Türk dünyası müziğinden söz edebilir miyiz konusuna değinmek istiyorum. Ama açılıştaki güzel tını kulağımızda kaldı. İzleyicilerimizle bir performans daha paylaşır mıyız?
A. A.: Hay hay. İlk önce çaldığım eseri anons edemedim. Azerbaycan enstrümantal diringi ve renklerinden mahur makamı üzerinde. Ufakta bir mahur makamından seçki yaptım. Şimdi de şiraz makamından bir şeyler çalmak isterim.
F. S.: Tabi ki… Elinize sağlık çok teşekkür ediyoruz. Arif Bey bunu dinlerken, bize çok yakın çaldığınız müzik. Azerbaycan’dan çalıyorsunuz ama kendi müziğimiz gibi içimizde bir kıpırtı, bir hareketlenme oluyor. Müzik bir yönüyle evrensel bir kültür, fakat bir yönüyle de milli unsurları barındıran, bunu taşıyan bir kültür. Bir Türk dünyası ortak müzik kültüründen söz edebilir miyiz? Yani Azerbaycan’ın bir müzik kültürü var. Türkiye’nin kendisine has bir müzik kültürü var. Türkistan’da, Taşkent’te, Bişkek’te, Aşkabat’ta… Bunların ortak bir karakteristik yönleri var mıdır? Türk dünyası müziği dediğimiz şey nedir?
A. A.: Türk dünyası müziği dediğimiz zaman akan sular durur. Bir kere çok geniş, çok zengin yelpazesi olan bir müziktir. Yani Türk dünyası müziği dediğimiz zaman. Şimdi Azerbaycan müziğiyle Anadolu’daki müzik arasında pek fark yok, yakındırlar… Ama şimdi Türklerin biliyorsunuz tarihten gelen göç edişleri ve gittikleri yerlerdeki halklarla, onların kültürlerinden etkilenmeleri ve onları benimsemeleri, bu biz Türklere has bir şeydir… Ama Türk müziğinin, Türk dünyası müziğinin kökleri tabi ki Orta Asya’ya dayanıyor. Oradan çıkmıştır, gelmiştir. Biliyorsunuz İbni Sina da, Farabi de, ki bu insanlar Orta Asya’da doğup büyümüş ve o zaman için üniversite şehri olan Bağdat şehrine gelmişlerdir. Türkistan’dan çok kişi gelmiş, oraya yerleşmişlerdir. Aynı zamanda Anadolu’ya da. Şimdi Orta Asya’daki kardeşlerimizin, Özbeklerin, Kırgızların, Kazakların, Türkmenlerin daha sayamadığım orada da bir sürü küçük etnik gruplar da var, büyük etnikler de var.
Mesela İran. Biz Türkler tabi bu Orta Asya’dan çıkıp da Türk hareketleri vardır biliyorsunuz. İlk önce Atilla ile başlamış ta kuzeyden daha sonra diğer Timurlenk’le ve Osmanlı’ya gelene kadar veya Selçuklar devleti… Yani Anadolu’ya gelen Türklerin hepsi kendileriyle oradan bir şeyler getirmişlerdir. Günümüzde Türkiye’deki Anadolu’da yapılan Türk halk ezgileri ki biliyorsunuz çok geniş yelpazeye sahiptir. Anadolu gerçekten de bir mozaiktir. Karadeniz müziğiyle bir Akdeniz müziği arasında ne kadar fark vardır. İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güney Anadolu ve Ege çok ayrı, apayrı. Marmara bölgesi, Silivri, Trakya bölgeleri şimdi bakın hepsi o bölgenin insanı, o bölgeye yakın olan toplumlarla kaynaştığı için mesela, Makedonya veya Arnavutluk, Bulgaristan… O bölgeye yakın olan Trakya Türkleri ya da Türkçe okunuyor ama ezgiler, ritim olsun, o bölgeye çok yakındır. Ege de bunun gibi. Yani Yunanlıların daha önce yaşadıkları veya Akdeniz’deki müzik, Silifke yöresine bir göz atsanız veya Antalya bölgesi, Orta Anadolu’da da dikkat edin orada yaşayan etniklerle daha yakın günümüzde icra edilen müzik. Türk halk müziği gerçekten bir yelpazedir. Bunu üzerine bir de Türk sanat müziği diye tabir edilen Klasik Türk Müziği vardır ki sarayda icra edilmiştir. Bu müziğin de daha önce 12–13. asırlarda güney Azerbaycan diyelim, şu anda ayrıyız ama Azerbaycan ve Türkiye diye…
Bilim adamları, müzikologları Safiye Timurmeli ve Abdulkadir Menafi biliyorsunuz. Bu insanlar hem teorisyen hem de Türk musikisinin icatçıları. Nota sistemlerini getiren kişiler. Onların tatbik ettikleri şekilde Türk-Osmanlı Sarayı günümüze kadar gelmiştir. Bu daha sonra Türk Sanat Musikisi diye ismini herhalde 1930’lu yıllarda almıştır. Ama bu klasik Türk saray müziğidir. Bunun da alt yapısının yine makamları vardır. Yine her şey tarihle alakadardır. Türklerde oradan göç ettikleri zaman -etkilenmemek mümkün değil- oradaki halklardan etkilenmiştir. Makamlarını almışlardır. Bakın makamların çoğu Arapçadır, Farsçadır. Günümüzde icra ediliyor. Ama zamanla tabii değişmiştir. Şimdi Orta Asya’daki müzikler daha bir bakir kalmıştır diyebiliriz. Ama Azerbaycan ve Anadolu’daki müzikler diğer özellikle de Anadolu müziği daha çok etkileşime açıktır. Diğer milletlerle, halklar, uluslarla ortak yaşayarak onların kültürlerini benimsemiştir.
F. S.: Tacigül Hanım biraz sizin çalışmalarınızdan söz edelim istiyorum. Şu anda atölyeniz var. Öğrenci yetiştiriyorsunuz. Bir sivil toplum kuruluşunda göreviniz var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?
T. K.: Atölyemin bu sene 7. senesi oldu. Özel bir atölyedir. Öğrenci yetiştiriyorum. Genellikle çalışanlar, ev hanımları, değişik kesimlerle… Hanımlara hem terapi merkezi oluyor hem bir hobi geliştiriyorlar. Çok güzel bir ortam. Dediğim gibi modern resim yapıyorum. Ayrıca işte Kırgız motifleriyle dediğim ama bunlar üç boyutlu siz de sergimde görmüştünüz, takıları üç boyutlu olarak kullanıyorum. Yani yalnız boya ile değil, oraya ait orijinal takıları, küpelerden tutun işte köylere kadar başlıklara kadar tek tek dışarıdan yani yapıştırma ve dikme ile üç boyutlu hale getiriyorum resimlerimi. Daha iyi bence, sözünü daha güzel söylüyor diye düşünüyorum.
F. S.: Bu arada sergileriniz de oluyor tabii. Bu sergi çalışmalarınızdan biraz söz eder misiniz?
T. K.: Yani İstanbul’da Ankara da değişik yerlerde sergiler açtım. Sayamayacağım kadar epey bir sergim oldu. Türksoyun uluslararası bir sergisi vardı. Tabii o da çok gururlandığım bir olaydı. Türkiye adına Türkiye’yi temsil etmek güzel bir şeydi. 19 ülkeden kardeş topluluklar ve Türk dünyası cumhuriyetlerinden temsilciler yani oranın en iyi ressamları gelmişti. Onlarla beraber çalışmak çok hoş bir şeydi.
F. S.: Peki dernek çalışmalarınız?
T. K.: Derneğimiz daha çok yeni diyeyim. Üç dört yıllık bir derneğimiz. Kırgız Türkleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği. İstanbul’da kuruldu. Belirli zamanlarda, nevrozlarda, özel zamanlarda güzel programlar yapıyoruz. Cengiz Aytmatov’u Anma Günü gibi. İşte büyüklerimizin güzel, önemli günlerini ve haftalarını atlamamaya çalışıyoruz. Dediğim gibi daha çok yeni.
F. S.: Derneğinizin çalışmalarına web sitesinden ulaşabilir miyiz?
T. K.: Tabii web sitemiz var. “Kırgız Türkleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” dediğimiz zaman web sitemiz çıkıyor. Devamlı yenileniyor güzel çalışıyor şu anda.
F. S.: Sizin çalışmalarınıza biraz değinelim Arif Bey. Ulusal düzeyde ne tür çalışmalar içindesiniz? Uluslararası çalışmalarınızın olduğunu biliyoruz. Onları biraz bizimle paylaşır mısınız?
A. A.: Evet ben şimdi senfoni orkestralarıyla tar için yazılmış konçertoları icra etmekteyim. Bu 2015 yılına kadar değişik ülkelerde değişik senfoni orkestralarıyla çalma projesine aittir ve bu kapsamdadır. Zamanı geldiğinde kendileri birkaç ay önceden haberdar ediyorlar. Yıl kapsamı içerisinde de bir yıl önceden belirtiliyor. Yani programa alınıyor. Şimdi benim daha önce bildiğiniz gibi ay ışığı diye bir tar ve piyano enstrümantal albümüm yayınlandı Türkiye’de. Şimdi ud ve piyanoyla ilgili bir proje düşünüyorum. Yıllardır düşünüyordum ama onu bugünlerde gerçekleştireceğiz. Yani kendi enstrümantal grubum da var. O arkadaşlarla da bir araya geliyoruz bazen. Ve yurt dışında mesela Avrupa ülkelerinde değişik müzisyenlerle bazen değişik projeler de yapıyoruz. Mesela Türk enstrümanlarıyla Bulgar müzisyenlerle Avrupa’ya gidiyoruz. Oradaki müzisyenlerle bir araya gelip bir proje yapıyoruz. Yani diyelim Türk müziği de çalıyoruz o enstrümanlarla… Aynı zamanda İtalya müziği mesela, Hollanda müziği, İsviçre müziği değişik bir şekilde ve İspanyol Flamengo müziği. Onlar buraya geliyor ve biz yine bir araya geliyoruz. Onlarla değişik projeler yapıyoruz. Ve enstrümanlarımızla Batı eserleri ve Türk eserleri. Onlar gelip bizimle çalıyor. Değişik projelerle devam ediyoruz.
F. S.: Eğitimci göreviniz sürüyor bir yandan değil mi bir üniversite de?
A.A.: Evet. İTÜ’de görev yapıyordum ama şu anda ayrıldım oradan. Hayırlısı bakalım. Şu anda daha çok sanata meyilliyim.
F. S.: O zaman şimdi yakın gelecekte inşallah piyano ve udla ilgili çalışmalarınızı dinleyicilerle paylaşacaksınız. Bunun yaklaşık bir tarihi var mı?
A. A.: Şubat ayı gibi hazır olacak, piyasada olacak. Bu arada ben aranjörüm, yönetmenim. Bazı sanatçı arkadaşlara da müzisyen arkadaşlara da yardımcı oluyorum. Albümlerinde ciddi şekilde yer alıyorum. O açıdan kendimize pek zaman kalmıyor. Kendi işlerimizi yapamıyoruz. Şu ana kadar daha değişik yapabilirdik.
F. S.: Yakın gelecekte konser, festival var mı?
A. A.: Yakın gelecekte yılbaşından sonra birkaç konserimiz var. Avrupa’da yurt dışında UNESCO’nun konserleri var. Onların senfoni orkestrasıyla hem Paris’te hem de Cenevre’de. Yakında bir belgesel daha çekilecek. Türkiye’de yaşadığım 17 yıl içerisinde şu ana kadar dört belgesel çekildi. Değişik projelerimiz var. Azerbaycanlı müzisyenlerle bu arada bir şeyler yapıyoruz. Çok önemli müzisyenler vardır Azerbaycan’da gerçekten dünya çapında. Onların daha uluslararası arenada boy göstermelerini istiyorum. Gönülden istiyorum gerçekten de çok muhteşem müzisyenler var. Gittiğimde gördüm ama neden bu zamana kadar onlarla bir proje haline getirmedim diye kendimi de suçladım yani.
F. S.: Çok teşekkür ediyorum programımıza katıldığınız için. İkinize de çalışmalarınızda başarılar diliyorum. 2011 yılı malum Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlığının 20. yılı. Bu 20. bağımsızlık yılı kutlamalarında size çok iş düşecektir. Şimdiden çalışmalarınızda başarılar diliyorum.